Birleşik Krallık’ta Muhafazakarların lideri ve başbakan Boris Johnson çalışanlara uzun uzadıya teşekkür ettiği hafta başındaki video konuşmasını “Gerçekten toplum diye bir şey var(mış)” şeklinde bitirdi. Demir Leydi 1987’de “Toplum diye bir şey yok. Bireyler ve aileler var. Hiçbir hükûmet insanlar aracılığı olmadan bir şey yapamaz, ve insanların kendilerine bakması gerekir” diyerek piyasacı yönetim anlayışını açık bir şekilde özetlediğinde işin buralara geleceğini düşünebilir miydi acaba? Kanımca bugün olsaydı, Boris Johnson’dan farklı davranmazdı.
Tepe noktalardaki siyasetçiler bahsinde tesadüften bahsedilemez. Johnson’ın yarattığı burgaç, somut politika önlemlerine dönüşmediği müddetçe neoliberalizmde bir dönüşüm anlamına gelmiyor. İşin evden yürütülemediği durumlarda işe gidilmesini salık veren Birleşik Krallık tecridi de zaten Türkiye’nin evde kal kampanyasına benziyor. Bu uygulamalar milyonlarca insanın her gün birbirleriyle temasını engellemeden, COVİD-19 geçirenlerle temas etmiş olanları zorunlu karantina uygulamasına almadan (kısacası toplumsal hayatı durdurmadan) sadece bazı kısıtlamalarla sağlık sisteminin çökmesini engellemeye çabalıyor. 21. yüzyılın en büyük ve küresel trajedisinin ortasında politika yapıcılar halen maliyet hesabıyla yola devam ediyorlar. Johnson gibiler çalışanlar ordusuna teşekkür ederken, bir kısmının bu badireden sağ çıkamayacağını elbette biliyor, ancak ekonomik daralmanın derinleşmemesi için daha sert önlemlere uzanmıyorlar.
IMF, 27 Mart’ta küresel ekonominin resesyona girdiğini ilan etti. Yine de kötü gidişatla dahi 2020 ikinci çeyreğini daralmayla kapatacak çok sayıda ülkenin yıl içinde toparlanması bekleniyor. Henüz depresyon kelimesi birkaç köşe yazısını aşarak raporlara girmeyi başaramadı fakat elbette dolaşıma girdi. Pandemide ekonomi fetişizmi, meşruiyet sorunuyla karşılaşmayınca da, fiziksel mesafelenme önlemlerinin maliyetini tarif etmek için herkes çeşitli eğrilere başvurmayı olağan sayar hale geldi. Kısacası, 2020 Pandemisi, bir yandan vasıfsız emek olarak görülenlerin toplumsal üretim ilişkilerinin yeniden üretimi için büyük işlevler yerine getirdiklerini kafamıza kazıdı, ancak diğer yandan da büyüme için öncelikle toplumun bir kesiminin ve aslında bütün toplumun bugünün politika yapıcıları tarafından tehlikeye atılabileceğini kanıtladı.
BİR ŞEYLER DEĞİŞTİ Mİ?
2018 yılının son aylarında dünya ekonomisinde bir zirve noktasına ulaşıldığına herkes kani olsa da ana akım içindeki iktisatçılar (hatta harcamalar hususunda daha eleştirel görünen OECD başekonomisti gibiler) o dönemlerden pandemi öncesine kadar şu vurguyu sıklıkla tekrarladılar: Yavaşlamayı sadece para politikası uygulamalarıyla aşmak beyhude değilse de yetersiz olacaktır. Maliye politikasının devreye girmesi gerekir. Emeğe vasıf kazandıracak, üretkenliği artırıcı politikaların devamı gerekir. 2019’da dünya ekonomisi yavaşlama eğilimi sergiledi. Yılın son çeyreğinde G20 ülkelerinin büyüme oranı ortalama olarak önceki çeyreğe göre yüzde 0,6 olarak kaydedildi. Düşük büyüme arka planında maliye politikası nasıl uygulanmalı tartışması pandemiye kadar devam etti.
Sonra pandemi her şeyi değiştirdi. Ya da gerçekten değiştirdi mi?
Bugün dünyada kredi mekanizmaları, şirketlerin tahvillerini alım olanakları, haneler için doğrudan gelir destekleri ve sağlık harcamaları gibi kalemlerin hızla artırılması şeklinde binbir parçaya ayrılmış durumda ardı arkasına açıklanan destek paketleri mevcut. Herkes ne kadar çok harcama yaparsa, ekonomik daralmanın o kadar çabuk aşılacağı düşüncesiyle davranıyormuş gibi görünüyor. Birçok ülkede 2008-09 krizini de aşan önlemler alındı. Okuyucu burada Türkiye hariç cümlesini sarf edebilir. Doğru, Türkiye’nin aldığı harcama ve mali destek önlemleri örneğin G20 ülkeleri arasında güdüklüğüyle göz kamaştırıyor. Aynı zamanda mali olarak daha zor durumda bulunan ülkelerin çeşitli korunma önlemlerini ve mali destekleri olması gerekenden erken bırakabileceklerine dair de bir uyarı veriyor.
BİR AY ÖNCE, BİR AY SONRA
Pandemi sırasında birçok ülkede hanelere olabileceğinden daha az destek verildiğinden ve çok geç harekete geçildiğinden bahsetmek mümkün.
Çeşitli iktisatçıların ve politika yapıcıların Mart ayı başında durumu kavrayamadığını hatırlayalım: OECD örneğin, 2 Mart 2020’de ara görünüm raporunda, risklerin yoğunlaştığının altını çizip en iyi ihtimalle dünya ekonomisinin yüzde 2,4 oranında büyümesinin beklendiğini açıklamıştı (2019 sonundaki tahmin yüzde 3’tü). Çin’deki duraksamaya, Avustralya, Japonya ve Kore’nin eşlik etmesi ve sonbaharda hızlı bir toparlanmaya dayanan bu temel senaryo, bir ay önce çoğu iktisatçının öngörüsüydü. Çünkü iktisatçılar yaygın fiziksel mesafelenme uygulanmaması durumunda on milyonlarca kişinin ölümünün görülebileceğine ilişkin senaryoları bilmiyorlardı, karşılarındaki daha ziyade birkaç haftalık bir şoktu.
Öngörüsüzlük birçok ülkede Mart’ın ikinci yarısında alınan daha sert önlemlerin Mart başında hayata geçirilmemesinin de zeminini oluşturdu. Şimdi durum biliniyor, ancak durumun bilinmesi ezberlerin değişmesini beraberinde getirmiyor. Örneğin ABD gibi bir ülkede, gevşek fiziksel mesafelenme yardımıyla, salgın nedeniyle ölenlerin sayısının yüz bin altında tutulması başarı senaryosuna dönüştürülüyor.
DEĞERSİZLEŞTİRME SİYASETİ
Başka bir açıdan elbette bir ayda çok şey değişti. Mart ayı sonunda, ilkinden 4 hafta kadar sonra açıklanan OECD ara dönem tahminleri ayakları biraz daha yere basan bir şekilde restoranların, sinemaların, kuaförlerin kapanmasından, konut alımlarında gerilemeye kadar fiziksel mesafelenme uygulamalarının ekonomilere olumsuz etkisini hesaplamaya çalışıyor. Küresel kuzey ülkelerinde özel tüketim harcamalarında yüzde 30-35 gerileme öngören tahminler, önlemlerin uygulanma süresine göre değişecek olmakla birlikte [yılın ikinci çeyreğinde] sabit fiyatlarla GSYH’de yüzde 15 ila 35 arasında değişen oranlarda düşüşün beklenebileceğini belirtiyorlar. OECD’ye göre bir ekonomi için yıllık büyüme beklentileri, yaygın ve katı fiziksel mesafelenme önlemlerinin uygulandığı her ay başına 2 puan kadar gerileyebilir.
Yukarıda özetlediğim hesaplar küresel güneydeki çoğu ülkede 2-3 aylık ve katı bir fiziksel mesafelenme 2020 yılında sıfır büyüme getirir anlamına geliyor. Fiziksel mesafelenmenin ideal süresi kıyasıya tartışılıyorken, bazı ülkelerde etkili önlemlerin zaten alınmamasının arkasında bu kaygı yatıyor. Halihazırda adını koymadan sürü bağışıklamanın takipçisi olan Bolsonaro’dan Trump’a çok sayıda siyasetçi, iktidarlarını korumak için toplumun bir kesiminin gözden çıkarılmasına uzanacak bir gevşeklik gerektiği kendilerine söylendiğinde omuz silkerek bunu olağan karşılayacak tıynetteler.
Ekonomik büyümenin insan hayatından değerli görüldüğü ve bunun açıktan savunulabildiği bir dönemde olmamız trajedimizi ağırlaştırıyor. Bir sorumlu da, kendisini siyaset üstü konumlandırmış ve değişime kapalı ana akım iktisat söylemidir. Yıllardır rekabetçi ekonomi için vasıf kazandıran ve üretkenliği artıran yatırımların öneminden bahsedenler, bu doğrultuda bir sıçrama için kaynak tahsisi ve teşvikler önerirken ölümcül bir yolun taşlarını döşediler. Bu söylem, kol emeğiyle geçinen, sıradan addedilen işler yapan milyonlarca kişinin çalışma koşullarının önemsiz sayılmasına, söz konusu kesimlerin toplumun taşıyıcı kolonu olarak görülmemesine yol açtı, en azından emekçilere sistematik saldırı sürecinin tamamlayıcısıydı. Bireyci ve neoklasik iktisat yaklaşımı emekçilerin önemlice bir kesimini halen niteliksiz olarak tanımlıyor. Emekçiler neredeyse insan dışılaştırıldıkları için, örneğin bir salgında bir kısmı gözden çıkarılabilir hale geliyor. Hatta bu ekonomik büyümenin sürdürülmesi açısından gerekli sayılabiliyor.
Şu acı ironiyi unutmamalı: Vasıfsız addedilen emekçiler günümüz toplumsal üretim ilişkilerinin yeniden üretiminde önemlerini göz ardı edenlere, taşıyıcı olduklarını farklı bir şekilde hatırlatıyorlar. Fakat bu hatırlatma lanetli bir süzgeçten geçerek politika girdisine dönüşüyor. Bugünün muktedirleri ister toplumsal çıkarlardan, ister Allah’ın yar ve yardımcılığından dem vursunlar, insan yaşamını ya da toplumsal örgütlenmeyi ilgilendiren her karar ve tercih gibi, ekonomik büyüme adına insanları kurban etme kararları da siyasal bir nitelik arz ediyor.