Üzgün bir insan her ülkede üzgündür... Bir film repliği bu. Aylardır evde filim milim izleyemiyordum ama sonunda şeytanın bacağını kırdım. Filmlerle romanlarla baş başa geceler mecburen yeniden başlayacak zaten. Diğer sosyal medya platformları da Facebook gibi Türk yargı sisteminin keyfine kalmayı reddederse vedalaşma zamanımız yakın çünkü. Sosyal medya gidince de gelsin romanlar filmler. Bu son şerrin hayrı da o olur. Ben zaten Facebook’tan başka sosyal medya platformu tanımam pek. Onu da ağırlıklı olarak haber, yorum ya da bazı akademik duyuruları filan paylaşmak amacıyla kullanıyorum. “Kendime kadar” deniyor ya işte tam öyle. Halbuki Facebook’un Türkiye’deki ilk on kullanıcısından biri bile olabilirim. O kadar eski bir üyelik söz konusu. Gelgelelim (bitişik yazılır) bugüne dek arkadaş kotamın yarısını bile doldurmamışım. Bu durumda bile o haberden bu habere o yazıdan bu yazıya, bir bakıyorum gecemi gündüzümü yalamış yutmuş.
Ey Facebook! Eğer gerçekten söylediğin gibi yiğit çıkar da bu yeni sosyal medya düzenine adımını atmaz, medya ve ifade özgürlüğü alanımıza indirilen bu son zopaya boyun eğmezsen, ne yapar eder seni yine bulurum ben. Bir şekilde reklam bile veririm. Reklamda üçe beşe bakılmaz zaten. Seninleyim Facebook! Konunun diğer ayrıntılarını buyrun Gökçe Çiçek Kösedağı’nın Yaman Akdeniz’le yaptığı söyleşiden izleyin. Taze çıktı.
Böyleyken böyle... Dün gece birkaç film seyrettim. Canım çıktı ağlamaktan. Hayır hayır öyle bir şey olmadı tabii. Şarkının gidişine kaptırdım klavyemi. Yeri gelmişken bu şarkının fıkır fıkır ritmini ve sözlerini de pek severim.
Sözler Ayla Çelik’e ait. Söz ve ritim sayesinde Demet Akalın’ı da yüzlerce kez dinlemiş oldum ya, o da ayrı konu. İzlediğim filme gelince Kamome Restoran (Kamome Shokudô) filmiydi. İnsanın içine tıpkı huzur gibi usul usul yayılan, ruhuna nüfuz eden ve biraz eski sayılabilecek çok güzel bir film. Fakat iyi ya da kötü bir film demiyorum. Buna dikkat edin lütfen. Sonra izleyip ay bize pirinç topları yiyen kadınları izlettirdin demeyin. Güzel film diyorum sadece. Gerçek yaşamda da olduğu gibi güzel olan her şey ya da herkes iyi olacak diye bir şey yok. Burak Özçivit mesela fiziki manada güzel bir insan. Fakat memleket yıkılmaktayken o Kuruluş Osman’la iştigal ediyor sessiz sedasız. Atilla Taş mesela güzel değil ama olsun. O koca bir aktroll ordusunu meşgul tutarken biz kendi kendimize rahat rahat yazıp çiziyoruz. Berna Laçin ha keza. Gerçi Berna hem iyi hem güzel kategorisine giriyor bu manada. Ay neyse işte, insan morali bozuk olunca Süleyman Soylu gibi durup dururken sağa sola sardırmaya başlıyor böyle.
Konumuza dönelim. İzlediğim filmde parmağını dünya haritası üzerinde rastgele bir yere koyarak gideceği ülkeyi seçen Japon genç kadın yola koyuluşunu anlatırken söylüyor bunu, “Üzgün bir insan her ülkede üzgündür.” Japonya’da üzülüp duracağıma rastgele bir yere giderim diyor kısacası. Sonrası ver elini Finlandiya. Japonya’da bir sene, Finlandiya’nın karşı kıyısında iki seneden fazla yaşamış biri olarak “Ya bari biraz değişik bir yere gitseydin bacım, bu iki ülke arasında sadece iklim farkı var” demek isterdim ama ben filmi izlerken olaylar ve seyahatler zaten çoktan tamamına ermişti. Bana da tatlı bir kadın filmini izlemek kalmıştı. Acayip iyi geldi. Ayrıca son bir iki aydır adını koyamadığım iç sıkıntısını da kabak çiçeği gibi açığa çıkardı. Artık ben de başka bir ülkede üzgün olmak istiyorum ya! Varsın Ankara batağıylan çamuruylan arkamdan gelsin, Türkiye ruhuma ruhuma sıçrasın ama biraz başka bir ülkede olsun bunlar. Başka bir ülkede başka bir şehirde üzgün olmak istiyorum biraz da. İllaki Londra, Berlin ya da Paris olmasına da gerek yok. Görmeden önce ölünecek on şehirden herhangi birine, Strasbourg’a bile razıyım vallahi. Darlandım ki öyle böyle değil.
Başka bir ülkede üzülmek derken, şaka maka değil gerçekten çok üzülüyorum olanlara. Batağında debelenip durduğumuz bu zırkötülük halinden nasıl çıkacağız? İyilik güzellik diye bir şey var oysa. Geniş bir toplum kısımı dünya hayatını paranteze almış gibi yaşıyor. Dünyayı paranteze almışlar da ahirete mi çalışıyorlar derseniz, o da yok bence. Bu kadar kötülüğe göz yumarak cennete de gidilemez. Bunca zulme sessiz kalarak, ilgilenmeyerek ve dolayısıyla cevaz vererek cennete gidilemez. Bu çok açık değil mi?
İki hafta önce Medyascope programımın yayını sırasında bir izleyicinin “Kız git biraz da ahiretine çalış” yazdığını görmüş ve bunları da düşünmüştüm. Ahirete çalışmaya karar vermiş olsaydım şu anda her ne yapıyorsam herhalde kat bet kat fazlasını yapardım. Zulme, haksızlığa, hukuksuzluğa az çok ses vermek. Üretmek. Hak yememeye çalışmak... Aklı ve vicdanı olan herkes de ahiretine böyle çalışıyordur sanırım.
Sonuçta muhtemelen bu toplum da kendi iyiliği ve güzelliği için bir şeyler yapacak. Bu çirkinliğe teslim olmayacak. Tabii yine de ömrümüzün bu bekleyişle geçmesine çok yazık. Bekleyiş uzun ömür kısa. Kötülüğün eli kolu her yere uzanıyor. Kısacası bu yazının bugünkü esas oğlanı “toplum” dediğimiz muhayyel zevattı. “Toplum” denen bu muhayyel entite fark ettim ki Gollum’la aynı fonetik düzlemde yer alıyor. Bir hobbit yani. Hobbitlerin şişmanı ve pişmanı.
Görüyorsunuz, öyle bir kötülükle baş başayız ki bize ciddiyetimizi yitirtirdi. Ciddiyetle üzerinde durmaya kalksak kafayı sıyıracağımızdan değil, ancak espriye vurarak derdimizi anlatabildiğimizden. Allahtan espriden pek anlamıyorlar. Espri zeka işidir. Nokta. Sanıldığının aksine kötülüğün pek bir zekası yoktur. Zeka daha kırk seçenekten birini çarpıştırıp beğenesiye kadar zırkötülük baltasını alır kapıya dayanır. Bu siyaset alanında stratejik deha filan gibi sergiledikleri şey de dehayla mehayla değil dümdüz ve dolayısıyla hızlı olmakla ilgili bir şey. O yüzden gündemimiz her gün şamar oğlanı gibi bir oradan yiyor bir buradan. Şamar oğlanını size daha evvel anlatmıştım değil mi. Çok acıklı bir hikayesi vardır...
Espriden anlamıyorlar demiştim. “Doğrusu dolar benim pek umrumda değil” diyor yahu. Bunu espri sanıyor bile olabilir. “Doğrusu ben sizi Allah bildiği gibi yapsın” diyerek bu faslı da kapatıyorum.
Toplumun kendi iyiliği için bir şey yapmasının, silkinip harekete geçmesinin en önemli adımını kendi hakkında doğru düzgün “düşünebilmek” oluşturuyor. Kendi üzerine mümkün mertebe hakkaniyetli bir biçimde düşünebilmek. Dünyanın en zor işi... Çünkü tek tek her birimiz sonumuzu iyi getirmeyeceği ayan beyan olan kimi düşüncelere ve bu düşüncelerin yönlendirdiği yapıp etme biçimlerine nasıl sımsıkı sarılıyorsak toplumlar da öyle. Yaygın, yerleşik (yerleştirilmiş) düşüncelerden ve yapma etme biçimlerinden yakasını sıyıracak bir “düşünme” gerçekleştiremiyor.
Biz kendi “düşünememe” krizimizden doğru düzgün söz edemeyince, işte Emmanuel Macron’a filan kalıyor bu iş. Üstelik coğrafyayı da geniş tutuyor. “İslam krizi” diyor. Bir şey değil iki günde bir ağır azar işitiyor “hadsiz.”
Sonra ona da ben üzülüyorum... Üzüntüm yetmiyormuş gibi...