Toplumlar için felsefenin tehlikesi üzerine

Bir toplumun ayakta kalabilmesi ve “sağduyu” çatısında vâr olmaya devam edebilmesi noktasında, felsefe alenen bir tehdit içerir. Tarihsel olarak, felsefenin neden şeytanî olduğu konusu da böylece netleşebilir: Felsefenin şeytanîliği farklı bir hakikat önermesinden değil ama mevcut hakikat karşısında farklı bir tavır takınmayı önermesinden ileri gelir.

Abone ol

Hamza Celâleddin/hamzacelalettin@gmail.com

Felsefenin ödevi hakikate ulaşmak değil, ulaşılabilecek herhangi bir hakikat karşısında tutum sergileyebilmektir. Nitekim hakikate ulaşmak basittir, hangi yoldan giderseniz gidin, ulaşırsınız ona. Lâkin ulaştığınız hakikat karşısında ne yapacaksınız; önemli, asıl ve zor soru budur. İnsansoyunun hakikatle ilişkisi her zaman iyi olmuştur oysa – Aristotelesçi hakikatle, Batlamyusçu hakikatle, Kopernikçi hakikatle, hattâ Darwinci ya da Freudcu hakikatlerle bile. Ve insansoyunun trajedisi, hakikat karşısında ne yapacağını bilemezliğinden ileri gelir; korkmalı, kaçmalı mıdır ondan, utanmalı, saklanmalı mıdır – acı duymalı ve yine de bağlanmalı mıdır ona, yoksa hissizleşmeli ve donuk gözlerle onu seyre mi dalmalıdır? Hakikate karşı takındığımız/takınacağımız tavır; politik, estetik ya da etik pozisyonumuzu tayin eder. Bu yüzden bin yıllar var ki, hakikatin kendisine dair değil ama –ki felsefî anlamda bu kendiliğin ne olduğu düpedüz önemsizdir−, hakikatle ilişkimize dair ihtilaflar yaşarız. Kimisi için korkunç bir şeydir o ve ondan kaçmak gerekir her zaman; kimisi için utanç ya da dehşet vericidir ve köşe bucak saklanır ondan; kimisi için acı vericidir ve yine de bağlanır ona ya da kimisi için −artık− önemsizdir hakikat ve onu görmezden gelmek yeğdir bir başka tavırdan.

Birçok filozof, hakikatin peşinde değildi – zirâ zaten onunla burun burunaydı. Hakikat karşısında soğukkanlı kalabilenler −örneğin Immanuel Kant ya da Platon gibileri− daha ihtiyatlı ve dolayısıyla daha konforlu bir felsefî konumu benimserlerken; dehşete kapılanlar –örneğin Friedrich Nietzsche ya da Baruch Spinoza gibileri− rahatsız edici bir felsefî mirası üstlendiler. Bu iki zıt tavır oldukça mühimdir; çünkü artık, toplumsal karşılığı olan bir diyalektikten bahsetmekteyiz. Ve bu diyalektiği daha da belirgin kılmak için, Søren Kierkegaard’nun bin yıllar sonra felsefenin gündemine taşıdığı antik deyişi; “In vino veritas, in aqua sanitas” [Şarapta hakikat, suda sağlık vardır] önermesini anımsamakta fayda var. Bu diyalektikte, iki toplumsal sınıf ortaya çıkar: Karşılarında duran hakikate mesafeli olanlar ya da donuk gözlerle onu seyre dalanlar, ona sürekli atıf yapmaktan ve onu kendi politik durumlarını pekiştirmek yolunda bir araç olarak kullanmaktan asla çekinmeyenler; bir başka ifadeyle “sağduyu” yanlıları. Ve hakikatle korkunç bir ilişkide bulunup dehşetini ya da utancını gizleyemeyenler ve bu korkunç ilişkide etik ve estetik kaygılar güdenler; bir başka ifadeyle “istenç” yanlıları... Bugün, hakikatin kendisine dair bir konsensüs sağlamaya çalışmak, budalaca değil ama sistematik ve kurnazcadır. Çünkü böylesi, “sağduyu”nun (yani otoriter erdemin) işine gelir, hakikatin kendisine dair uzlaşmazlık, yönetilebilir bir politik iklim için olmazsa olmaz bir yanılgıdır. Zirâ bu uzlaşmazlık olgusaldır ve tartışma olguya karşı takındığımız tavır yönünde ilerlerse; muhatabımız yalnızca istencimiz olacaktır. Ve bu, yönetimsel bir kriz anlamına gelir.

Söz gelimi, “hayatın anlamı”na dair soru (böyle bir anlamın olup olmadığı ya da varsa ne olduğu), bundan bin yıllar önce bir problem olmaktan çıktı. Fakat bugün hâlen, bu sorunun yanıtını merak buyuranlar var – tam da sağduyunun arzu ettiği gibi. Oysaki kimse, böyle bir anlamı dimağına eklediği an ne gibi bir tutum sergileyeceğini kestiremiyor: Hattâ öyle ki, birçoğu, bu anlamı edineceğine emin olsaydı, bunu kesinlikle reddederdi. Çünkü tutum sergilemek zorunda kalmak, yani bir hakikate karşı duygu geliştirebilmek, müthiş bir perişanlık demektir. Yani bu ancak filozofiktir. Kitleler ise böylesi bir sorunun peşinde sürüklenmekten oldukça memnun gibidir; çünkü hiç de zahmeti yoktur bunun: Bir duygu belirlemek zorunda değilsinizdir, yalnızca çoğunluğun sürüklendiği yere sürüklenirsiniz ve bu bedensel bile değildir. Bu sürüklenme sırasında yapacağınız tatlı kaçamakların, gerçekten birer “fark” yarattığı yanılgısı, sizi diyalektik olarak vâr etmeye, ayakta tutmaya kâfi gelir. Oysaki gerçek bir “fark”a sahip değilsinizdir; çoğunluğun “fark”ı azınlığın “fark”ını ezdiğinde ise, hakikatle oynadığınız oyundan tuhaf ve yapay bir zevk almaya başlarsınız – ama ne zevk! Ve muhtemelen bulunduğunuz bu mevki, yaşamınızın sonuna dek oyalanacağınız ve hatta canınız pahasına bu oyalanışı savunacağınız mevkidir. Kutsaldır burası sizin için, hakikatle kurduğunuz dolaylı ilişkide, ulaşıp ulaşabileceğiniz daha ötesi de yoktur. Ezberiniz, kırmızı çizginizdir artık sizin.

Böylelikle anlaşılabilir ki ve anlaşılmalıdır ki, bir toplumun ayakta kalabilmesi ve “sağduyu” çatısında vâr olmaya devam edebilmesi noktasında, felsefe alenen bir tehdit içerir. Tarihsel olarak, felsefenin neden şeytanî olduğu konusu da böylece netleşebilir: Felsefenin şeytanîliği farklı bir hakikat önermesinden değil ama mevcut hakikat karşısında farklı bir tavır takınmayı önermesinden ileri gelir. Spinoza, Nietzsche ya da Schopenhauer gibilerinin tarihsel bir tecrite tabi tutulmaları da, onların hakikati dile getirmelerinden ya da daha önce asla duyulmamış bir hakikati önermelerinden değil, toplumsal anlamda örtük olan hakikati bireysel anlamda çıplak bırakma girişimlerinden ileri gelir – ve bu girişimler, sağduyuya yönelmiş apaçık saldırılar olarak nitelendirilebilir. Buradan hareket edersek, bir felsefenin tabiatını sınayabileceğimiz iki soru ortaya çıkmış olur: “Üzerinde durduğumuz bu felsefe tehditkâr mıdır?” ve “Üzerinde durduğumuz bu felsefe toplumsal yeteneklere sahip midir?” İlk sorunun olumlu yanıtı felsefenin, ikinci sorunun olumlu yanıtı sağduyunun lehinedir.

Seçim yine de sizin; su ile inceltilmiş şarap mı, şarap ile temizlenmiş su mu?

Hölderlin yurdunuz, Tagore göğünüz,

Camus yâr, Nietzsche yardımcınız olsun.