Hepimiz hayatın bir noktasında tökezleyip düşüyoruz. Çıkmaz sokaklara saptığımız oluyor, kendi içimizde çözemediğimiz açmazlarımızın bataklığına saplandığımız da...
Yetişkinler olarak bize ağır gelen yükler, kim bilir çocukların omuzlarında kaç kat daha da ağırlaşıyor.
Sevgiyi sadece sevme yeteneği olanlar duyarken, birbirimizle zor zamanlarda kurulan duygudaşlığı da yine duyarlı kalpler hissedebiliyor.
Bazen hep “büyük” düşünüyoruz; “büyük” oynuyoruz. Başarı ölçütümüz büyüklük üzerinden kurgulanıyor. Toplumdaki “küçük”leri ise, bir tür kambur, ucuz işgücü olarak görenlerimiz oluyor.
Küçük yüreklerin içindeki büyüklüğü görmek önemsiz kalıyor kimisi için... Küçük parmakların ucundaki yetenekleri, küçük kalplerin içindeki sevgiyi fark etmenin ve onların yararını gözetmenin aslında toplumun bir bütün olarak yararını gözetmek olduğunu görmüyorlar.
TÜİK’in geçtiğimiz günlerde yayımladığı en güncel Çocuk İstatistikleri’ne göre geçtiğimiz yıl çocuk işçi sayısı, bir önceki yıla oranla artarak 521 bine yükselmiş. Yani resmi verilere göre ülkede yarım milyonu aşkın çocuk çalışmak zorunda.
Aynı verilere göre, ülkede 7,3 milyon çocuk yoksul. Bu da ülkedeki çocuk nüfusunun üçte biri anlamına geliyor. Türkiye, Avrupa ülkeleri arasında en yüksek çocuk yoksulluğu oranına sahip iki ülkeden biri.
Nazım Hikmet’in
“Dünyayı çocuklara verelim
kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi
hiç değilse bir günlüğüne doysunlar” dediği noktadayız. Bir milim bile ilerleyememiş halde hem de...
Akranları iki yandan örülü saçları, kırmızı tütülü etekleri, siyah papyonlarıyla sokakları süslerken, onlar farklı bir gezegende zorlu bir yaşamı sırtlanıyorlar.
Çocukluğu dışsallaştırmışlar adeta. Kendi benlikleri ve vücutları dışında ilerleyen bir gölge varlık olmuş çocuklukları...
Derin yoksulluk denen o ince ip üzerinde, bazen açlık ile tokluk, bazen türlü ayrımcılıklar ile toplumsal bütünleşme gibi iki zıt kutup arasında bir cambaz edasıyla ilerliyorlar.
Kimi zaman çizik bir plağın en sevdiğimiz şarkıyı atlaması gibi atlanıyor o güzel yıllar... Belli belirsiz bir hüzün ve vazgeçmişlik dolduruyor doğan boşluğu...
Kayıtdışı şekilde çalışan, atık kâğıt toplayan, marangozda çalışan, mobilya sitelerinde çaycılık yapan, emeği sömürülen çocuklar var. Bu yılın ocak ayı itibariyle yaklaşık 1 milyon 845 bin çocuk da çıraklık ve stajyerlik adı altında ucuz emek sömürüsüne maruz kalmış durumda.
Oysa çocuk yoksulluğu bir yazgı değil ve çocukların içindeki potansiyeli açığa çıkaran, onları nadide bir element gibi işleyen toplumsal projeler bu yoksulluk girdabının en büyük panzehirlerinden...
Çocukluk sadece açlık-tokluk sorunu da değil. Çocukluk, içindeki potansiyeli açığa çıkarmak. Her ne olursa olsun, hiçbir başarı kıstasına bağlı kalmadan, varoluşunu zenginleştirmek, toplumun bir parçası haline getirmek, topluma bir şeyler katarken ondan da bir şeyler almak...
Çocukluk, hem çilekli dondurma yiyebilmek, hem de oyun oynayabilmek; hem dersine çalışmak, hem de ekonomik kaygı gütmeden yaşamak demek...
Çocukluk, aynı zamanda Mardin’in bir köyünden yola çıkan tutkulu müzik yolculuğunu İtalya’da opera sahnelerinde taçlandıracak entelektüel gücü, yeteneği ve azmi kendinde bulabilmek de demek...
Çocuklar, “yarınlarımız” veya “geleceğin teminatı” da değil; çocukluk kendi başına bir varlık sergilemek, büyüklerin didaktik beklentilerine maruz kalmadan yönünü çizebilmek demek...
Çünkü yeteneği, onun özgürlüğüdür aslında. Ve özgürlük, kişinin kendi sınırlarını belirlemesiyle ve o sınırların dışına çıkma cesareti ve fırsatı tanınmasıyla kazanılır.
Aziz Nesin’in,
“Öyle sonsuz sınırsız düşler kur ki çocuğum
Düşlerini som somut görüp şaşsınlar
Böyle bir dalgacı daha dünyaya gelmedi desinler” dediği noktada mıhlanmak demek...
Hayallerini birer birer yazdığı hatıra defterinde daha ilk hayalin yanına çentik atmadan, kendini gerçekleştireceği ilk adımı henüz atmadan zorla evlendirilmemek demek...
Çocukluk, ülkendeki iç savaştan kaçmışken, ona ev sahipliği yapan ülkede mutluluğu büyüteçle de olsa aramak demek...
Çocukluk, notalar beyninde dört nala uçuşurken, ona uygun bir müzik çevresi içerisinde kendini bulabilmek; yapboz tahtasına dönen eğitim sistemine rağmen nitelikli, eşitlikçi ve dayanışmaya dayalı eğitim modellerinin bir parçası olabilmek demek...
Yaşam bize heyecanı ve merak etmeyi armağan etmişken, bu erdemlerin izinde kendi yolunu bulmak için pirinç tanelerinin izinden gidebilmek demek çocukluk...
Bu sene 24 Nisan’da devlet sanatçısı-piyanist Gülsin Onay’ın İzmir’de Yorglass Barış Çocuk Orkestrası ile verdiği ve Can Okan’ın orkestra şefliğinde gerçekleşen konser sadece duygusal anlara sahne olmadı, bu çocuk orkestrasının toplumsal ve bireysel açılardan önemini de bizlere bir kez daha anımsattı.
İzmir’de sosyo-ekonomik açıdan dezavantajlı çocukları müzikle buluşturmak adına Kadifekale, Agora, İkiçeşmelik, Eşrefpaşa gibi suç oranının ve uyuşturucu kullanımının yüksek olduğu mahallelerden gelen çocuklar yıllardır müziğin sesiyle, yaşamın sınıfsal gürültüsünü bastırıyorlar. Çünkü her çocuğun sanat eğitiminden yararlanma hakkı var.
Bu konuda 2015 yılından beri büyük bir emek ortaya koyan opera sanatçısı Selmin Günöz tarafından bir orkestra çatısı altında bir araya getirilen çocuklar, karşılıksız müzik eğitiminden faydalanıyorlar ve hayatlarında önlerine çıkan engelleri kendi küçücük elleriyle birer birer kaldırıyorlar.
Hiçbir yetenek sınavından geçmeden, kayıt için başvuran tüm çocuklar orkestraya alınıyor. Çünkü amaç, yetenekli olup olmamalarından ziyade, dünyaya bakış açılarını değiştirmek. Kimisi iki yıl içerisinde orkestrada çalabilecek düzeye gelirken, kimisi için bu süre altı yılı bulabiliyor; ama o süreçte çocuk üzerinde müthiş bir değişim ve dönüşüm de desteklenmiş oluyor, sokağın tehlikelerinden uzaklaşıp kendilerine farklı bir yörünge çizebiliyorlar.
Belki de hepsi ileride müzisyen olmayacaklar, ama yaşamlarının en kırılgan dönemlerinde ellerinden tutuluyor ve sırf sosyolojik olarak şu veya bu çevreden geldikleri için dışlanmamaları gerektiği hem onlara hem de toplumun geneline gösteriliyor.
Brahms’ın Macar Dansı’ndan Mozart’ın Küçük Bir Gece Müziği’ne, Beethoven’ın Türk Marşı’ndan halk türkülerine, Karayip Korsanları’nın tema müziğine dek geniş bir repertuarla dört yıldır sahnelerde ışıldıyorlar.
Örnek aldıkları model ise, 1975 yılında Venezüella’da kurulan El Sistema modeli. İlk başta 20 çocuk ile çıktıkları bu proje yolculuğunda şu anda sayıları 150’ye ulaşmış durumda.
Gürer Aykal’dan Gülsin Onay’a, İdil Biret’ten Borusan Quartet’e, Can Çakmur’a dek alanında öncü birçok isim de bu orkestrayla yardım konserleri vererek çocukların müzik eğitimleri için gerekli kaynağı oluşturuyorlar.
Bu orkestradan şu ana kadar iki çocuk konservatuvarı, iki çocuk da güzel sanatlar lisesini kazandı. Kurucuları Selmin Günöz de bu haberler karşısında, kendi ifadeleriyle “mutluluktan uçtu”.
Benzeri bir proje de İstanbul’da 2005 yılından beri devam ediyor: Barış için Müzik. Önce Fatih’te bir ilköğretim okulunun kömürlük olarak kullanılan bodrum katında başladı. Burası, projeyi başlatan mimar Mehmet Selim Baki tarafından temizlenip onarıldı ve bir müzik okuluna dönüştürüldü.
Nitelikli solfej eğitiminden, klasik müzik bilgisine, çoksesli müzik eğitimine dek, bölgenin dezavantajlı kesimlerden gelen çocukları, büyük bir heyecanla bu büyüyen ailenin parçası oldular.
El Sistema modelinden ilham alan bu modelde de rekabetçilik yok. Daha az yetenekliler sistemden elenmiyor. Yetenek seçmesi ise asla yapılmıyor. İsteyen her çocuk, okulun kapısını çalıp bu eğitim modelinin parçası olabiliyor.
Peki sonuç ne oluyor? Seçtikleri enstrümana tutkuyla bağlanan çocukların okulda derslerdeki başarıları da artıyor; tek başlarına zorlukların üstesinden gelmeyi, beraber müzik yapabilmeyi öğreniyorlar.
En önemlisi de babaları apartman görevlisi veya fabrikada güvenlik elemanı, anneleri temizlik işçisi veya işsiz olduğu için hayatın onlara adaletsiz davrandığını düşünen çocukların başarıya dair inançları tazeleniyor. Eşitlikçi bir yaklaşımın tohumları atılıyor.
Her ne kadar 69 yıl önce tam da bugünlerde, Cambridge Üniversitesi’den iki bilim insanı, kalıtsal özelliklerin DNA molekül yapısı üzerinden ebeveynden çocuğa aktarıldığını keşfetmiş olsalar da bu moleküler yapının onların geleceklerini belirleme gücüne, kendi biricikliklerinden parçalar da eklemek için çırpınıyorlar.
Fatih’in bir semtinde, gerçek olamayacak kadar güzel ama gerçek olduğu kadar da etkileyici bir proje etrafında bir araya gelen çocukların birçoğu konservatuvar sınavlarını kazandılar; ancak bu “müzik mahalleleriyle” bağlarını hep korudular.
Şu anda tüm yaylılar, bakır üflemeliler, klavyeler, üflemeliler ve perküsyonlar ile Barış için Müzik küçük bir dev orkestra halini aldı.
Elbette bu ve benzeri tekil projeler, ülkedeki çocuk yoksulluğunu sonlandıracak, kesin ve net bir çözüm sunacak türden altın formüller değil.
Bir çocuğu bir orkestra üyesi yaparak onu yoksulluk girdabından bir anda çekip çıkarmak da olanaklı değil. Ne de olsa çocukların, yetişkinler tarafından zenginlik, akıl, sübjektif “normallik”, fiziksel sağlık gibi sonradan üretilmiş ölçütlerle sınıflandırıldığı bir çağda yaşıyoruz.
Sokaklarda çöplerin arasından yiyecek toplayan çocukların artık gündem dahi olmadığı, çocuk istismarcılarının affedildiği, elektriği kesilen evlerde mum ışığında ertesi günün ödevini hazırlayan çocuğun çaresizliğinin yok sayıldığı günler bunlar...
Dağ başındaki derme çatma köy evinden köy merkezindeki ilkokula gelirken yaşadığı çilelerin, sadece kar yağdığında ana haber bültenlerinin romantik köşelerinde yer aldığı çocuklar onlar...
Sigortasız çalıştırılıp başına bir şey geldiğinde, yaralandığında, sakat kaldığında ve öldüğünde kimsenin sorumluluğu üzerine almadığı, suçu pinpon topu gibi birbirine atıldığı, en sonunda da kapitalist döngü içerisinde yaşanmamış sayılan küçük yaşantılardan söz ediyoruz.
Sevgiyle, şefkatle, tutkuyla, özveriyle büyütülmesi gerekirken, yetişkinlerin şişkin egoları arasında sıkışıp kalan, nefes alamayan çocuklar gezegeninde yaşıyoruz adeta...
Havaya dağılıp yeniden bir araya gelemeyen notalar gibiyiz adeta... Ne de olsa, Edip Cansever’in tabiriyle, “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk. Hiçbir yere gitmiyor.”
Müzik özünde herkesi eşitlerken, fırsat eşitliğinin de istisna değil norm olması gerekirken, çocukları bile müzik eğitimi üzerinden ayrıştıran, parası olanın özel ders aldığı, çevresi güçlü olanın yükselebildiği, sosyal sermayesi olanın makbul sayıldığı bir sistemle karşı karşıyayız.
Ve bu sistemlere karşı var gücüyle durmaya çalışan, yetenekli olsun veya olmasın tüm çocuklar için her günü mutlu ve umutlu kılmaya çabalayan projelerin sayısının günden güne artacağını umuyorum.
Ne de olsa İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 27. maddesi ne diyor? “Herkes, topluluğun kültürel faaliyetine serbestçe katılmak, güzel sanatları tatmak, ilim sahasındaki ilerleyişe iştirak etmek ve bundan faydalanmak hakkını haizdir.”