Bir itirafla başlayayım: 10 Nisan gecesi dışarıya çıkanlardan biri de bendim. Kimine göre aç gözlü orta sınıf, kimine göre cahil bir kalabalığım.
İzninizle izah edeyim: Beş gün önce bir ev arkadaşımın öfke nöbeti sonucu aniden bir akrabamın boş dairesine taşındım. Akrabam da bir ayı aşkın bir zamandır burada yaşamıyor. Alışverişlerimde istifçilik yapmadım. Bir paket makarna iki, üç gün gidiyor. Ona göre ayarladım kendimi.
Cuma günü alışveriş yapmayı düşündüm: Son makarna paketi bitmiş, bir parça peynir ve altı dilim ekmek kalmıştı. Ancak sokaklar önceki güne göre çok kalabalıktı. Güneşli havadan olacak, bir sürü insan yürüyüşe çıkmıştı. Genelde sabah erken ya da akşam geç saatte yapıyorum alışverişimi - mümkün mertebe az insanın olduğu saatlerde. Hafta sonu uygun bir saati kollarım diye düşündüm. Büyük bir hata yapmışım. Gafil avlandım.
SOKAĞA ÇIKMA YASAĞI
Bilim insanlarının karantina, ama siyasiler ve medyanın ısrarla sokağa çıkma yasağı dediği uygulamaya başından beri taraftardım. Erken ve yaygın test, taşıyıcıların virüsü bulaştırmış olabileceği insan gruplarının teşhisi ve karantina bu salgını baş edilebilir bir noktada durdurabilirdi. Lakin, iktidar tüm karantina taleplerini reddetti; karantina uygulanabileceği gibi bir sinyal vermedi. Sonra 10 Nisan Cuma günü bir haber belirdi: “Hastalığın yayılımına göre 12 Nisan’dan itibaren yeni tedbirler gerekebilir.”
Cuma akşamı her akşam yaptığım gibi Sağlık Bakanı’nın açıklamasını izledim. İşlerin kötüye gittiğine dair hiçbir işaret yoktu. Dünya Sağlık Örgütü aramış tebrik etmiş. Dünyada örnek bir mücadele veriyormuşuz. Hatta bilmem kaç ülkeye yardım yolluyormuşuz. Avrupa’yla mukayese edince yatak kapasitemiz gayet yeterliymiş. 10 Nisan’da yapılan açıklamadan bahsediyorum. Aynı açıklamadan birkaç saat sonra sokağa çıkma yasağı ilan edileceği kimin aklına gelirdi? Peki madem o günün sonunda sokağa çıkma yasağı ilan edilecekti 12 Nisan tarihi neden verildi? Bu haberin aslı, hedefi ne idi? Dahası var: Sosyal medyada dolaşan bir metinde bakanlık kararının tarihinin 9 Nisan olduğu söyleniyordu. Bu doğru mu?
İçişleri Bakanlığı’nın genelgesini bir arkadaşımdan öğrendim. Çok düşünmeye vakit yoktu. İlk aklıma gelen yasağın Pazar günü de uzatılabileceğiydi. Allah aşkınıza aksini düşünmem için bir sebep gösterin! Kamu otoritesi güvenilir ve tutarlı açıklama yapmıyor. Güven de yitince derhal kendini yenileyebilen bir kaynak değil; aksine kıt bir kaynak. Eğer yeterince hızlı davranırsam riske girmeden ihtiyacımı gideririm diye düşündüm. Bu da ikinci hatamdı.
MARKET KUYRUĞU
Kadıköy’ün bir mahallesinde sokağa çıktığımda ekranlarda gördüğünüz o kalabalıklar yoktu henüz. Açık kalan tek marketin önünde belki on – on beş metrelik ve arada mesafe olan bir kuyruk vardı, insanlar sakindi. Market içeriye sırayla alıyordu, görebildiğim en fazla dört – beş kişi. Ancak sıra bana gelene kadar işler değişti. Sıra yine sakindi. Mesafe korunmaya çalışılıyordu, ancak belki elli belki yüz metreye ulaşmıştı. Çok bakınmadım. Sıradaki herkeste bir tedirginlik vardı, insanlar söyleniyordu, kızgınlık vardı. Evet. Ama infial yoktu. En sinir bozucu şey şen dana gibi sırıtarak gelip fotoğraf çekenlerdi. Bunlar sadece çekim yapmakla kalmadı, bir de mesafeyi hiçe sayarak kuyruğun bir o tarafında bir bu tarafında dolanıp durdu. Belki başkaları da bundan rahatsız olmuştur. Ancak kimse öfkelenmedi, müdahale etmedi.
Sıradayken eve dönmeyi çok düşündüm. Aslında sürekli kararımdan şüphe ettim. Bir taraftan da alternatifleri düşünüyordum. Evde dolapta başka ne vardı? Bilmiyordum. Beklediğimden daha kısa bir sürede sıra bana geldi. Manav bölümünü iple çevirmiş olan çalışanlar sıradaki herkese önceden soruyor, alacağı malzemeyi hazırlıyordu. İçeride alacaklarımı aldıktan sonra kasada hiç sıra beklemedim. Market çalışanları inanılmaz bir beceriklilikle örgütlemişlerdi süreci. Ancak aralarındaki konuşmalarda müthiş bir stres içinde oldukları duyuluyordu: “Kuyrukta çok insan var ne yapacağız? 12’ye kadar yetişecek mi?” Çıkarken kasadaki çalışana arkadan, marketin içlerinden bir fiyat sorusu geldi: “Fiyat bilecek hal mi kaldı abi!” Kasadaki işlem belki bir dakika sürdü, sürmedi. Çalışanlara teşekkür ettim, iyi akşamlar diledim: “Teşekkürler abi. Size de iyi akşamlar.” Medeniyet, nezaket ölmedi.
GÜNAH KEÇİSİ DERMAN MI?
Eve dönüşe geçtiğimde olayın boyutları tamamen değişmişti. Ekmek fırını ve tekel bayilerinin önünde kuyruklar vardı. Sokaklarda ikişerli, üçerli insan kümeleri. Eve gelip sosyal medyayı açtığımda diğer semtlerden gelen görüntüler ve bu görüntülere yapılan yorumları gördüm. Toplumsal sınıf analizlerinden “orantısız zeka” şakalarına ortam öfke, aşağılama ve nefret doluydu: Vicdan azabı içinde ölmeyi hak ediyordum. Yasak kararının sorumluluğunu taşıyan merciye değil, yasağa şu ya da bu nedenle bir tepki veren kitlelere yönelen bu öfke Antik Yunanlıların salgın durumlarında başvurdukları bir kurumu andırıyordu: pharmakos, yani günah keçisi.
Bu toplumlar karşılaştıkları kriz anlarında bir engelli ya da bir köleyi günah keçisi olarak belirleyip bunu toplumdan kovarak arınmaya çalışırlardı. Bu insanların bir uçurumdan atılarak veya yakılarak kurban edilip edilmediği tartışmalı. Ama dövülerek ve taşlanarak toplumdan kovuldukları klasik tarihçiler arasında kabul görüyor. Modern dillerde ilaç, eczane ve eczacılık bilimi kelimelerinin kökeni bu kuruma dayanıyor. Benzetmeyi bir sosyal psikoloji tespitine tercüme etmek değil niyetim. Yalnız, evden taşınmama neden olan öfke nöbetinde de, Aile ve Sosyal Politikalar İstanbul Müdür Yardımcısı’nın “Geber” lafında da, Cuma gecesi sosyal medyadaki öfke nöbetinde de ilk aklıma gelen kavram bu oldu. İsterseniz serbest çağrışım deyin, buna itiraz edemem. Günah keçiliği sicilim bayağı kabarık.
KAMU POLİTİKASI VE RASYONALİTE
Cuma gecesindeki görüntüleri meşrulaştırmaya, rasyonalize etmeye çalışmıyorum. Herkesin aynı saiklerle ya da herkesin mutlaka acil ihtiyaçlarını gidermek için sokağa çıktığını da iddia etmiyorum. Doğru bir şekilde davrandığımı da savunmuyorum. Hükümetin sosyal mesafe uygulamasından bile önce başladığım izolasyonu nasıl bir anda elden bıraktığımı ben de sorguluyorum. İster bir özeleştiri, ister bir vicdan muhasebesi olarak okuyun: Ne olduğunu anlamaya çalışıyorum.
Kamu politikalarında sıkça esas alınan rasyonel seçim yaklaşımının öncülerinden Jon Elster alkol ve sigara bağımlılığında kişisel karar alma sürecinde zihnin nasıl işlediğini zaman mefhumuyla açıklar. Elster’a göre, nasıl perspektif çiziminde arkada duran daha büyük bir cisim önde duran daha küçük bir cisimden daha küçük görünürse zaman içinde daha uzak ama ölümcül bir tehdit daha yakın bir ödülden daha küçük görünür. Toplumsal işbirliğini amaçlayan kamu politikası bireylerdeki zaman algısını ayarlayarak uzun erimli hedefe ulaşacak davranışı teşvik etmeye çalışır. Kamu otoritesine güveni sarsan çelişkili mesajlar ve bireylerin karar verme süreçlerini akamete uğratan zaman darlığı rasyonel olmayan durumlar yaratır.
Yineleyeyim: Buradan yola çıkarak tek tek bireylerin nasıl karar aldıklarına dair genellemelere varmak mümkün değil. Gofret veya meşrubatla sırada bekleyenlerin saiklerini açıklamaya çalışmıyorum. Ancak rasyonel/irrasyonel davranışın oluşumunda kamu otoritesinin sorumluluğuna dikkat çekmek istiyorum. Kişisel deneyimimde alışverişe gitmeye karar verirken böyle bir kalabalıkla karşılaşacağımı düşünmemiştim. Karar açıklanana kadar böyle bir kalabalık yoktu sokakta. Kamu otoritesinin bu olasılığı düşünmediği bir bağlamda tek çözüm vardı aslında: Toplumsal işbirliği. Yani mahalleli olarak aynı anda sokağa dökülmemizi engelleyecek bir iletişim, işbirliği ve dayanışma.
MAHALLENİN ÇÖZÜLÜŞÜ
Olaydan sonra bunu çok düşündüm: İçine doğduğum ve büyüdüğüm mahalle ortamı olsa durum nasıl olurdu? 1990ların ortalarında başlayan kentsel dönüşümden evvel, İstanbul’da mahalle insanların evlerinden çıkmadan iletişim kurabildikleri bir mekandı. Akıllı telefonlardaki uygulamalar, sosyal medya yoktu belki ancak balkondan balkona pencereden pencereye rahatça iletişim kurulabilirdi. Mahalleli sadece kendisinin değil komşusunun çoluğuna çocuğuna yaşlısına da göz kulak olurdu. Ortak bir yaşam sürdüğünün bilincindeydi mahalleli. Herhangi bir afette kolayca örgütlenebilecek bir toplumsal dokuya sahipti. Bugün salgınla mücadelede eksikliğini çektiğimiz kaynak bu toplumsal doku.
Eski mahallemde 10 Nisan gecesi her apartman acil ihtiyaçları karşılamak için bir ya da iki kişiyi belirleyebilir, bunlar mahalle bakkalına bu ihtiyaçları gidermesi için yardımcı olabilirdi. Bakkalda getir götüre yardım etmiş bir çocuk olarak Ramazan iftarlarında ufacık bir dükkanın bütün bir mahallenin acil eksiğini nasıl giderdiğini çok iyi hatırlıyorum. Şimdi bakkalımız yok, artık süpermarket var. Bütünlüklü hizmet sağlayan sağlık ocağımız yok, şehir hastanemiz var. Muhtarımız ikamet kağıdı bile veremiyor, ancak saraya alkışlamak için davet ediliyor. Belediyemiz bağış toplayamıyor, toplaması engelleniyor. Neoliberalizmin mimarlarından Margaret Thatcher’ın deyişiyle: “Toplum diye bir şey yok!” Sadece idare var.
SALGINLA MÜCADELEDE ÖLÇEK VE YEREL ÖZERKLİK
İçeride, dışarıda, sosyal medyada Cuma gecesi gördüğümüz manzara neoliberalizmin toplumu yıkma projesinin amacına ulaştığını gösteriyor. Gördüğü manzarada bir birini çiğ çiğ yemeye hazır bir “vahşi kitle” potansiyeli görenler şu noktayı ıskalıyor: Doğal afet, savaş, salgın koşullarında toplumu ayakta tutan toplumsal dokudur. Ancak 1999 depreminden beri merkezi idare toplumsal dokuyu bir tehdit olarak algılamış ve her türlü toplumsal ve yerel dayanışmayı baltalamaya çalışmıştır.
CNN Türk kanalında Başak Şengül İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya yasak kararının neden daha birkaç gün önceden ilan edilmediğini soruyor. Bakan cevaben “sanki” daha beter olurdu diyor. Sanki. Evet sanki, çünkü Ankara’daki merkez bürokrasisinin mahallenin yerel bilgisine hakim olması mümkün değil. Bu açık değil mi? Yerel yönetimleri, mahalleleri es geçen bir merkezi bürokrasinin işleyemeyeceği bir bilgi girdisine maruz kalacağı veya hiç bilgi akışı sağlayamayacağı açık değil mi? Merkezi bürokrasinin temel hedefler, ilkeler ve ülke çapında lojistiğe yoğunlaşıp, yerel yönetimler ve muhtarlar aracılığıyla yürütülen bir toplumsal dayanışmayı koordine etmesi daha mantıklı değil mi? Kuyrukta beklerken çaresizce “Lütfen sosyal mesafeye dikkat edelim” anonsu yapan polis aracının meydana gelen olayı önlemede yetersiz kaldığı bariz değil mi? Toplumsal dokunun ortadan kalktığı bir şehirde birbiriyle dayanışmaya, birbirine destek olmaya ihtiyacı olan insanların birbirine düşeceğini tahmin etmek mümkün değil mi?
Salgınla mücadele etmek için toplumsal bağışıklığımızı arttırmamız şart. Maddi ve manevi desteğe ihtiyacımız var, anlayışa ve şefkate ihtiyacımız var, kafa kafaya verip beraber düşünmeye ihtiyacımız var, birbirimizi linç etmeye değil. Toplum diye bir şey olmalı!