Bazen toplumsal ve siyasi hayatı okurken yaşadığımız ülkeyi bir okulmuş gibi düşünürüz. Kuralların yazılı olduğu bir çerçevenin ve o çerçevedeki kuralların uygulayıcısı bir müdüriyetin varlığına inanırız. Bu sayede bir şeyler ters gittiği zaman yapacağımız şey basittir: Her öğrenciye eşit yaklaşmakla yükümlü müdüre durumu anlatabilir, hakkımızın yendiğini düşündüğümüzde şikayetimizi kendisine iletebiliriz.
Oysa gerçeğe biraz yaklaştığımızda okulun da, kural çerçevesinin de, müdürün de bir tiyatro dekorundan farksız olduğunu görürüz!
Haksızlığa karşı müdürün odasına gittiğimizde masanın arkasında duran kişi bir etten kemikten insan değildir; muktedir zorba azınlık tarafından ağzı beceriksizce oynatılan bir kukladır. Hoş, bazı ‘okullarda’ bu dekor öylesine detaylı işlenmiştir ki kuklayı gerçekten ayırmak neredeyse imkansızdır. Fakat yine de büyük bir çoğunluğu alay edercesine gülünçtür.
**
Bunlar bir bakıma genel kabul olarak düşünebileceğimiz şeyler. Yani “siyasi ve toplumsal kurumlar son kertede, az ya da çok, muktedir azınlık olan üretim araçlarına sahip kesimin eliyle şekillenir” dediğimizde öyle pek de bilinmeyen bir şey söylemiş olmuyoruz. Dizginlerin kimin elinde olduğunu hepimiz biliriz. Hem de öyle fazla mürekkep yalamaya da gerek yok: Toplumsal yaşamın duvarında asılı duran kuralların, kimlerin çıkarlarını gözeterek çerçevelendiğini de bizzat yaşamımızla deneyimleriz.
Fakat ilginç kısım da işte bu genel kabulde saklıdır: İktidar ilişkisindeki tüm çarpıklığı fark etsek de, çoğu zaman bir şekilde dekorların gerçekliğine inanmayı tercih ederiz. Yani bir yandan küçük azınlığın emrinde bir dünyada yaşadığımızı söyleriz, öbür yandan ise kendimizi dekorların kısmi de olsa gerçekliğine inandırmak için şahane bahaneler üretiriz. Çünkü aksi korkunçtur, insan kendini devlerin parmaklarıyla sahneye yerleştirdiği dekorlar arasında aciz hisseder. Bir nevi vahşi ve örgütlü bir egemen güce karşı, tek başına bireysel çaresizlik hissiyle başa çıkamayan bir zihnin savunma mekanizmasıdır.
**
Peki bu kilidi açmanın bir yolu yok mu?
Önce karşımıza duran dehşet verici manzaranın kabulü ile başlıyor her şey.
Dekorla gerçeğin ayırdına vardıktan sonra ise yol ikiye ayrılıyor: İllüzyonu fark edip sadece bu konuya odaklananlar bir yola, bambaşka bir güç dengesi yaratmak isteyenler ise diğer yola sapıyor.
İlk yolu tercih edenler, sadece pusun altındaki çelişkiye odaklanıp sonrasına dair cılız fikirler belirtmekle yetiniyorlar. Dolayısıyla nihilizme ardına kadar kapılarını açan bu sapakta biraz ilerlediğiniz vakit, yolun bir istikameti olmadığını fark ediyorsunuz. Çünkü burası başta bir ‘yola’ benzese de sürekli kendini tekrarlayan bir çemberden başka bir şey değil.
İkinci yol ise daha farklı, korkunç bir gerçeği kabul edip ‘devlere’ karşı verilen sistematik bir kavganın tercih edildiği, Marksizmin ışığıyla aydınlanan bir yol. Tabii diğer çember gibi ‘konforlu’ değil; engebeli, dolambaçlı, sarp ve yokuşlu.
Fakat her şeye rağmen, hokkabazlıklarla değil çirkin gerçeğin gücüne karşı kendi gücünü inşa etmeye, kendi evrenini yaratmaya cüret eden bir yoldur bu yüzden de yürümeye değerdir. Zaten bundan başka da gerçek anlamda bir ‘yol’ yoktur.
Gerçeğin ayırdına varmış ancak korkularının üstesinden gelememiş bir bilincin çelişkisinden doğan pus, zihnimizde kronik bir bulanıklık yaratır. Bu sebeple toplumsal yaşama dair gelişmeler, zihnimizde somutlaşamaz. Bireysel korkular ise ancak sistematik bir düşünce ve örgütlü bir eylem ile aşılır. Böylece her zorluğa rağmen yürünen yolda muktedirin gücü ikincil bir gündeme dönüşür.
**
Aslında bakarsanız metaforlara da pek gerek yok. Zaten ‘görülmeyeni gördük’ meselesi değil anlattıklarımız. Olsa olsa hepimizin gördüğü ve hissettiği şeyleri beraberce düşünme ve gerçek bir çıkış arama çabası diyebiliriz.
Sadece kaçırdığımız şeyi hatırlamak gerekiyor: Dekorlara aldanmadan, kendi gerçekliğimizi yaratmamız gerekiyor, egemenlerin sahte kurallarını değil, kendi kavgamızın denklemini yaratmalı ve savunmalıyız. Çünkü yürüdüğümüz bu yolda kan kaybettiğimiz zaman, dekorlar gözümüze daha gerçek gelmeye başlıyor. Öyle olunca da sağa sola savrulmak pek de zor olmuyor. Oysa tarih inişler ve çıkışlarla doludur.
Gerçeğin tüm iç karartıcı dehşetine, toplumsal hayatta illüzyonlar yapan devasa ellerin tüm kuvvetine rağmen karamsarlığa yer yok. Berrak bir zihinle doğru safta kavga etmek, meşakkatli de olsa, sırtını kartondan yapılmış iki boyutlu okul dekoruna dayamaktan çok daha güvenilirdir. Çünkü toplumsal mücadeleler tarihinde 2+2 denklemi her zaman 4 etmez. Bir muharebeyi kazanmak, savaşı kazanmak değildir. Her olay sınırsız olasılıklarla birlikte gelir. Bu sebeple kapitalist barbarlık çağında insana dair tüm değerler her gün bir önceki günden daha fazla ayaklar altına alınırken girdiğimiz yolu ve inandığımız gerçekleri bir kez daha gözden geçirmek gerekiyor.