Hukukun birilerini yıldırma, birilerini sindirme, birilerinin ömrünü tüketme, birilerinin hayatını karartma, birilerine eziyet çektirerek bundan tatmin bulma vs. amaçlı kötüye kullanımı öyle seviyelere çıktı ki, hukuk, adalet, yargı, mahkeme vs. dendiğinde başka şey düşünmek imkânsız. Bu elbette başlı başına, bugün yetişen nesillerin karşısına ufuk yerine kamuflaj desenli lekeli perdeyle örtülmüş siyah duvar koyan, şimdi doğan büyüyenleri doğuştan, kanlı karanlıktan ötesini hayal edemez kılan, berbat, uğursuz, lanetli bir hal. Çünkü herhangi bir şekilde, bir yerden, karınca kararınca da olsa adaletin koklanabileceği, solunabileceği, belki bir yarıktan el uzatılarak ona dokunulabileceği yerde değilsek, daha mühimi, adaletle, bugün yere yıkıp üstüne beton döktüler ama yarın o betonu kırar, kurtarırız, diyebileceğimiz bir duygusal temasımız bile kalmıyorsa, hem biz, bireyler olarak, hem de kurduğumuz ortam, toplum olarak, hızlı ve muazzam bir çürüme sürecinde hebâ olacaktır. Başka ihtimal yok.
Çürüme elbette birçok bakımdan ele alınabilir, birçok değişik ölçütle tanımlanabilir, birçok farklı motifle tarif edilebilir. Kısırlaşma, üretememe, geliştirememe, hayatın her alanına güdüklüğün ve idraksizliğin hakim olması gibi, zaten yabancısı olmadığımız toplumsal hasletleri şimdilik hatırlatmakla yetinelim.
KUŞAKTAN KUŞAĞA
Adaletin hüküm sürmediği yerde insanlar insanca pek çok şeyi var etmiş, yaşatmış, geleceğe aktarabilmişler. Bu sayede geleceğin insanları pek çok güzelliği, zenginliği kendilerine aktarılmış halde bulmuş, bunlardan yararlanmış, kendilerini geliştirebilmişler. Kimi zaman bu hazır bulma faslı eldeki hazinenin hangi acılar çekilerek, hangi badireler atlatılarak, neler pahasına bugünlere ulaştırılabildiği bilgisi tamamen kenara itilerek yaşanmış; geçmişin yaralarına estetik operasyonla aldırılacak sivilce muamelesi yapılmış; önceki kuşağın ıstıraba dayanışı kırpılıp büzülüp sonraki kuşaklara bundan vurdumduymazlık, kıymet bilmezlik giysileri dikilmiş. Önceki kuşakların tecrübesini, sıkıntıları, yoksunlukları, acıları, bugün hatırlanması huzursuzluk yaratan ne varsa onları dışarıda bırakmaksızın, bütün olarak değerlendirebilen toplumlar, felaketlerden zenginlik ve erdemler çıkarmayı, acılardan, yüzleşmelerden gelecek için güç, enerji ve yaratıcılık kaynakları imal etmeyi becerebilmişler.
Bugününü ve geleceğini geçmişin acı verecek her şeyinden kaçarak, yüzleşme gerektiren her şeyi saklamaya, inkâra çabalayarak, bütün bugünü ve geleceği inşa gayretini inkâr hırsının ve aslında bunun gerisinde yatan korkunun üzerine bina ederek yaşayan toplumlar, kendilerini uğursuz bir döngünün içinde bulmuşlar. Dönüp dolaşıp aynı yere geldikleri hissinden kurtulamayışlarında büyük gerçek payı var. Elbette dünya değişiyor, dünün kaş kaldırdı mı uzak şehirlerdeki muhataplarını bile hizaya sokabilen muktedirleri önlerine atılan çam sakızıyla oyalanıp pısıp oturmaya razı geliyor, güçlü saydıklarının yanında otururken ellerini dizlerinin üzerine koyan ve mahcubiyet içerisinde izin alarak söze giren, dünün eğik başlıları, sırf yanına yanaşmaktan ötürü heyecan duydukları büyüklerini kendilerine hizmetkâr yapıyor, buyruklarıyla maskaraya çevirebiliyorlar. Ancak bunlar da, eskinin kodamanı veyahut hizmetkârı veya bugünün hizmetkârı veya kodamanı olmayan da, hiçbirimiz şu dönüp dolaşıp aynı yere gelme duygusundan kurtulamıyoruz. Belki yalnız gençler… “Bir zamanlar”ı yaşamamış bilmemiş olanlar. Onlar da öğreniyor işte. Bizim gençliğimizi yakarken öğrendiklerimizi bambaşka yangınlar içerisinde öğreniyorlar.
Ve elbette yüzleşmemeyi, hesap vermemeyi, inkârı, suçluysan da kendini mağdur görebilmeyi, her koyunun kendi bacağından asılacağını ama kalabalığın parçasıysan başkalarını asabileceğini… Hepsini beraber öğreniyorlar.
BELİRİP KAYBOLURDU
Bugünün yaşlıları gençken, bir yerlerde ucu gözüken, zaman zaman varmış gibi yapılan, en azından kendisinden bahsedilen bir “adalet” kavramı birden şehrin gürültüsünü yararak hayata girip çıkan helikopterler gibi orada burada kendini gösterirdi. Burada hayat bütün müesseseleriyle adaletsizlik üzerine bina edilmiş ve eğer adalete yer açılacaksa şehri yıkıp yeni baştan inşa etmek mecburî olduğundan, onu anca böyle, bu kadar görebiliyorduk. Ama işte, en azından, tebessüm ederek “günün birinde…” diyebilenler vardı. Anca büyük acıları göze alarak inşa edebileceğimizi bir an unutturan, naif bir kavuşma hevesi…
Bugün gelinen nokta, hâlihazırdaki muktedirler ve onları başta tutmak dışında hiçbir hayatî işlev ve mânâları kalmamış canlıların kavrayabileceklerinin çok ötesindedir. Vahim olansa, bugünkü vaziyetten hoşnut olmayanların pek çoğunun adalet kavramıyla ilişkisinin de pek o kadar farklı olmayışı. Belki şöyle bir vecizenin yokluğu merak edilebilir: Damarlarında adalet duygusu dolaşmayan bir millet yıkıma mahkûmdur! Neden olmasın? Yıkımdan ne kastettiğimize, ne anladığımıza bağlı.
Meselâ “yetkililerin cezasızlığı” denen garabet veya devletin sillesinin bariz şekilde sadece kendine dert çıkanlara yöneldiğinin görülmesi, bazı suçları polisin, adliyenin fazla da umarsamadığı izleniminin yayılması, iktidara yakınlığın veya “devlete yardım”a yatkınlığın açıkça birtakım suçları işlemeye imkân sağladığının bilinmesi, “yasa”nın kaderinin iki dudak arasından çıkacak sese terk edilmiş oluşu, kötü niyetli veya menfaat düşkünü insanların gözlerinin fıldır fıldır oynamasına yol açar, açıyor. İstediğini zorla elde edebilecek ve bu yüzden soruşturulmayacak, yargılanmayacak, ceza görmeyecek olduğunu bilmek, zorbaların zorbalık alanını genişletir, toplumsal hayatın zorbalarca hakim olunan, onların kuralsızlığına göre yürütülen kısmını büyütür. Bir an öfkelenip tweet attı diye insanlar tutuklanırken, “öldürmeye azmettirme”den ömür boyu hapse mahkûm olan adamın ceza kesinleştiği gün yurt dışına kaçabilmiş olması kimlere ne ilhamlar verecektir, şüphe duyar mıyız?
MUKTEDİR İÇİN İDEAL DURUM
Zorbalar ve zorbalık karşısında, bırakın adaleti, yasaya ve yasayı temsil eden güçlere sığınma şansının bulunmadığını belleyen toplum şüphesiz daha kolay sindirilir. Bu yüzden, yasa ve hukukun bağlayıcılığından arındırılmış, mekanizması ve işleyişi başka kimse tarafından bilinmeyen bir totaliter düzen, bu “totalite”yi şahsında cisimleştirdiği iddiasındaki muktedir için pek ideal bir durum yaratır.
Sokaklardaki şiddet, zorbalık, kabadayılık, en ufak kurala bile kimsenin uymamasından ufak ufak ama kararlı ve yeterli dozda beslenerek büyüyor. Dün, “yüksek yargı”, Hrant’ı tam tersini söylediği şeyden ötürü mahkûm edip hedef haline getirerek adalet kavramını hurdahaş ediyor, gazete kupürlerinden dosyalarla açılan parti kapatma davaları, “367 kararı” gibi ucûbelerle, kendisinin aslında sadece kallavî bir iktidar aracı olduğunu ilan ediyordu, öbür yanda, bunlarla “adaletin yara aldığı”ndan yakınılabiliyor, cezasızlık devlet görevlilerinin ayrıcalığı sayılıyordu. Bir umma, bir arzu, bir heves vardı. Bugün üzerinde tepinilecek adalet kavramı da artık yoktur. Hayır, “Batı hukuku”nun yerini “İslâm hukuku” falan almadı. Biz bunu “onlardan değilsen her şeye hakkın var”a çevirdik. Bunun sonucu olarak doğan boşlukta, kartopu yüzünden insan öldüren katilin ağabeyi, siyasî lidere mektup yazıp, “ben de sendenim, bize sahip çık” diyebildi. Taksici, Taksim’den Galatasaray’a götürdüğü için 44 euro istediği turistlerin üstüne yürüyor, yüzlerine tükürebiliyor ve bu işten kolayca paçayı sıyırabileceğine inanıyorsa, bu herifin berbatlığının ötesinde, elbette bir ortam sorunu. Ortamımızda artık pek kolayca şiddete başvurulabiliyor, zorbalık edilebiliyor. Çünkü yasa yoksa yumruklar konuşur. Ve biz baldırı çıplak bir kalabalık değil necip bir topluluk olduğumuzdan, kişi başı yıllık millî gelirimiz de buna elverdiğinden, pompalı tüfekler, tabancalar edinmiş, durduk yerde elini kirletmeyecek kimselerizdir.
Keşke kaybettiğimize hayıflanacağımız, hepimizin adalet kavramını içselleştirmesini sağlamış bir hukuk sistemimiz olsaydı; belki düzelme umudumuz daha sağlam olurdu.
Sokakta şiddet, gasp, dolandırıcılık vs. haberleri artık üçüncü sayfaların meselesi değil. Sosyal psikoloji, sosyoloji ve siyaset biliminden destek alarak kurmamız gereken toplumsal patoloji kürsülerinin başlıca uğraş konusu. Toplumsal patoloji dersi, ilkokuldan başlayarak, sınıflar ilerledikçe siyaset bilimi ile birleştirilerek okutulmalı. Evvelâ hukuk diye bir müessesenin var olduğu yerlerde üç-beş yıl eğitilecek öğretmenler tarafından.
Yasasızlık hastalığa hastalık katmakla kalmıyor. Hastalığın arazlarının kıymetli, geçerli davranışlar olarak kabûlünü yaygınlaştırıyor. Yetki sahibi insanların yasa-kural tanımazlıkları ve bu tutumu pervasızlıkla, kabadayı üslûbuyla sürdürmeleri, sokaktaki şiddetin hem meşrulaştırıcısı hem gıdasıdır.