Türkiye’nin en önemli sorunu ürettiğinden daha fazla tüketiyor olmasıdır. Üstelik bu, kuşaklar boyunca devam edegelen bir olgudur. İşin önceliği elbette ekonomidir ve bunu en tipik göstergesi her yıl tekrarlanan cari açıktır, birikmiş borçlardır. Ama ürettiğinden daha fazla tüketiyor olmak sadece ekonomik bir mesele değildir. Hatta ekonomik üretimsizlik çok daha derin, yapısal bir toplumsal özelliğin sadece bir tezahürüdür. Türkiye toplumu epey bir zamandır kendini düzenli bir biçimde daha kaliteli olarak üretmekte ciddi sancılar çekmektedir.
Toplumun kendini asgarî bir kalitede düzenli bir biçimde yeniden üretememesinin bence en temel nedenlerinden biri, önceliklerin yanlış belirlenmiş olmasıdır. Tipik bir modernleşme toplumu olma alameti olan acilcilik, hızlı kalkınmacılık, hep bir menzile yetişme paniği aslında yeniden üretimde ekonomik büyümeyi öncelikli kılmıştır zihniyetsel olarak. Yani önce Türkiye iktisadî olarak kalkınacak, kişi başına düşen GSMH belli bir seviyeye gelecek, ancak ondan sonra eğitim, kültür, sanat gibi “garnitür” konuların kıymeti bilinecektir.
Oysa ister bir hayranlık konusu ya da bir nefret nesnesi olarak referans alınan Avrupa tecrübesi bu şekilde kalkınmamış; modernlik ve medeniyeti böyle üretmemiştir. Avrupa, Rönesans’tan itibaren önce bir Edebiyat Cumhuriyeti ya da geniş bir kültürel kamusal alan üretmiştir. Politik ulus-devlet ve ekonomik kalkınma bu kültürel temel üzerinde gerçekleşmiştir. Başka bir biçimde söylersem Avrupa tecrübesi sözel olanı, sayısal olanın önünde tutmuştur genellikle.
Avrupa dediğimizde pek çoğumuzun ilk aklına gelen Sanayi Devrimi’dir. Oysa Sanayi Devrimi bir neden olmaktan çok, bir sonuçtur. Bugünkü Avrupa’yı mümkün kılan daha çok Matbaa Devrimi ve onun Rönesans ile çakışmasıdır. Aslında kitap ilk sanayi ürünüdür ve öncelikle Edebiyat Cumhuriyeti’nin, sonra da ulus-devletin arkasında o vardır. Yani Sanayi Devrimi’ni de, modern ulus-devleti de üretecek kişileri işte bu kültürel kamusal alan inşa etmiştir.
Osmanlı-Türkiye tecrübesinin merkez/çevre, iktidar/muhalefet tüm katmanlarıyla bazı dozaj farkları göz ardı edildiğinde bu konudaki yaklaşımları benzerdir. Belki de III. Selim’den beridir modernleşme hikâyemiz aslında sayısal olanı sözel olana öncelemenin hikâyesidir. Dolayısıyla bu sözel/sayısal dengesi meselesinin Türkiye’nin kendini yeniden üretimde kuşaklarıdır asgarî kaliteyi üretememesinin temeli olarak değerlendirilebileceğini düşünüyorum.
Her şeyi ekonomik büyümeye indirgemek, ekonomik büyüme için bile yeterli bir strateji değildir. Sadece maddi altyapıya yatırım yaparak bir ülke kalkınamaz. Ekonomik kalkınma için bile öncelikle kaliteli yurttaş, dolayısıyla kaliteli toplum üretmeyi becerebilmek gerekir. Yani kaliteli yurttaşlardan oluşan, kaliteli toplumların daha zengin olmaları eşyanın tabiatına uygundur. Sanılanın aksine, kalite zenginliğin bir türevi değildir, zenginlik kalitenin bir türevidir.
Dolayısıyla, bu konuda gündelik siyasetin bileşenlerinin ya da mevcut ideolojilerin arasında bir tercih yapmak kadar, toplumsal zihniyette neredeyse genetikleşmiş doğru bilinen yanlışları tespit etmek de önemlidir. Yapısal sorunlarla sadece gündelik siyasetin terminolojisiyle baş etmek pek mümkün değildir. Bu konu neredeyse III. Selim’den beri Osmanlı-Türkiye tecrübesinin genetik bir sorunudur. Sorunun farkına varmak, çözümüne girişebilmenin öncelikli koşuludur.
Bu meselenin kronik boyutu büyük ölçüde işte bu minvaldedir. Modernleşme hikâyemizin en ciddi stratejik hataları Müfredat ve Maarif alanında vuku bulmuştur. Ancak meselenin kronik boyutu yanında bir de akut denebilecek yönleri vardır. Akut derken kastım meselenin Türkiye tarihinin en azından benim bizzat şahit olduğum bölümündeki görünümüdür. Akut açıdan bu kendini yeniden üretememenin giderek bir tür kitlenmeye yol açtığı bile söylenebilir.
Ömrühayatım esasındaki veriler ışığında sözünü ettiğin kitlenme konusunda en önemli dönemecin 12 Eylül 1980 olabileceğini düşünüyorum. Gazete Duvar’da daha önce yazdığım “Bir 12 Eylül Muhasebesi” yazısında ifade etmiştim, 12 Eylül ile birlikte bu ülkenin en iyi yetişmiş gençlerini toplumsal envanterinden düştüğünü. Neredeyse bir savaş etkisi yaptı 12 Eylül toplumsal olarak. Bu yazının terminolojisiyle söylersem, en kaliteli üretimi olan gençleri, ülkenin hamuruna katkılarını içselleştiremeden gömmüştür.
Ondan sonra da zaten üretim/tüketim dengesinin yakası hiçbir zaman bir araya gelmedi. 1980’lerin neo-liberal dalgalarıyla birlikte de ülkenin temel motivasyonu zaten üretmeden tüketmek şekline büründü. 28 Şubat olduğunda Türkiye’de yurttaş başına düşen okulda geçirilen süre 3.6 yıldı. Bugün bu rakam 6’nın üzerine çıktı. Ancak Avrupa’ya baktığımızda ortalamanın 10’un üzerinde olduğunu görüyoruz. Yani Türkiye kaliteli yurttaş üretmekte sistematik bir biçimde zorluk çekiyor. Üstelik bu söz ettiği meselenin sadece niceliksel boyutu. Niteliksel açıdan bakarak bu süreler zarfında çocuklara, gençlere nasıl bir yükleme yapıldığını da sorabiliriz. Bu açıdan durumun daha az vahim olduğunu söylemek de mümkün değil. Umarım ileride beni gerçekten çok üzen bu “nitelik” meselesini ele alacak mecalim olur.