Çocuk istismarına öfkelenerek değil, hukuki yaptırımları uygulayarak ve benzer durumlar için caydırıcılık ağı örerek engel olabiliriz. Hukukun üstünlüğü kamuoyu algısında güçlendikçe bu vakalar da peyderpey azalacak.
"Çocuk kalbi affeder ama asla unutmaz."
Şermin Yaşar, Dedemin Bakkalı
Sorunu çözmek için önce onu doğru bir şekilde tanımlamak gerekiyor: Kız çocuklarının dini nikahla “evlendirildiği”, hayallerine kıyıldığı, yıllarca yaşadıkları sistematik cinsel istismarın suç olarak görülmeyip göz yumulduğu ve hatta “aile içi mesele” olarak kabullenildiği bir toplumsal yapının çocuğa ihanetidir bu...
İstismar edilen çocuk ile rızanın aynı cümle içinde yan yana kullanıldığı, kadının ve çocukların bu devirde halen köleleştirildiği, hiçleştirildiği, susturulduğu, çürümüş bir düzen bu...
“İnsanım diyen herkes konuşacak!” diyen aklıselimin karşısında “Aile rahatsız oluyor”cuların, ufacık çocuğun yaşadığı istismarı örtbas etmek için kemik yaşını büyütenlerin, suçun şahsiliği üzerine odaklanıp göz yumanların ve bilip de susanların, yok sayanların, çocukluğa karşı vahşeti savunmadaki sistematik ve zincirleme inadı bu...
Sapkınlığı “cinsel kimlikler” üzerinden tanımlayanların veya bununla mücadeleyi - 150 salonun altında vizyona giren filmler arasında son 200 haftanın en yüksek ilk gün seyirci sayısına ulaşan film olarak- Kurak Günler’le uğraşmaktan ibaret görenlerin, gerçek sapkınlığı çocuğun fiziki ve psikolojik istismarında aramak gerektiğini anlamayanların dünyası bu...
Aileye kutsallık atfeden ama çocukların temel yaşam hakları olduğunu duymazdan, görmezden ve anlamazdan gelen, üç maymunu oynayan, suçu anonim gösterip kınamaya tenezzül etmeyen, cezasızlık kültüründen beslenen, kolektif kötülüğün sıradanlaştığı bir ataerkil düzen bu…
Aysbergin görünen yüzünde, “çocuğun nitelikli cinsel istismarı” iddiası çerçevesinde açılan davaya konu olan cesur bir genç kadın var.
Kendisi, iddianamedeki kanıtlara göre, altı yaşında evlendirilip hayatta bir defa yaşayabileceği çocukluğu elinden hunharca alınmış. Yaşadıklarını ilk başta oyun sanmış. Ancak yıllar içerisinde zulüm canına o kadar tak etmiş ki teknolojinin de yardımıyla bu düzene karşı çıkmış, kendisine dayatılan adaletsizliğe savaş açmış. Cesur bir gazeteci de bu haberi vicdan sahibi bir halkla buluşturmuş.
Çünkü, der Maya Angelou, “bir kadın ne zaman kendi sesini duyurmak için ayağa kalksa, planlamamış bile olsa, tüm kadınlar için de ayağa kalkmış olur”.
Ahlak ve vicdan sahibi kadınlar da erkekler de ayağa kalkıyor. Pandora’nın kutusu açılmış, dışarıya tüm kötülükler teker teker saçılıyor. Dehşet içerisinde izliyoruz. Bundan daha ağır bir gündemimiz hiç olmamıştı.
Ancak, biz sadece ortaya çıkan bu trajediyi biliyoruz. Benzer kabusları yaşayıp susan, “gelinlikle çıktığın bu eve kefenle dönersin” dendiği için tüm çıkış kapıları kapatılan, uçurumun kenarına itilen, birkaç yıl önce sütünü emdiği anneciğinin bile terk ettiği daha niceleri de var, neler yaşıyorlar ve kim bilir neler yaşayacaklar...
Çocuk yaşta “evlendirilmek” diye bir şey olmadığının, bunun düpedüz çocuk istismarı olduğunun ayrımına varacak aydınlanmadan mahrum kalsın diye asgari düzeyde bir eğitimden bile yoksun bırakılanların arkaik düzeni bu...
“Kime göre çocuk?” diye soranların 5395 Çocuk Koruma Kanunu’nda çocuğun tanımının “on sekiz yaşını doldurmamış kişi” olduğunu özellikle örtbas ettikleri zifiri bir karanlık... Çünkü çağdaş dünyanın normları bilinmesin, öğrenilmesin istiyorlar.
Milli Eğitim Bakanlığı’nın 2021-2022 eğitim öğretim yılı okullaşma istatistiklerine baksak aslında ne kadar çocuğu bu girdaptan kurtarmanın yollarını araştırabiliriz: İlkokulda 195 bin, ortaokulda 298 bin, lisede 373 bin kız çocuğunun eğitimin dışında kaldığı, istatistiklerin içinde nice istismarı ve hak ihlalini barındırdığı bir dünya bu... Çünkü eğitim kapısı kapatıldığında bu kız çocukları onlara sunulan yaşam standardına ve kurallara körü körüne bağlanacak, dış dünya ile temas etmeyecek.
On beş yaşında evlenip 16’sında kendi gibi birer çocuk doğuranların, “keşke başka bir hayatım olsaydı” diye boynu bükük iç çekenlerin, çocuk yaşta anne olduğu için kronik düzeyde kansızlık çeken, rahmi yırtılan, idrar kaçıran kızların, türlü türlü travmalar yaşayan ancak hep içine atan, evliliklerde cinsel nesne veya aileler arasında ticareti yapılan bir meta olarak algılanan çocukların kendileri dışında gelişen kirli bir dünya bu...
Büyük şair Turgut Uyar’ın “Keşke bir şiir okumuş, bir kedi sevmiş olsaydınız, belki bu kadar kirletmezdiniz dünyayı” dizeleri beynimde dönüp duruyor. Sevgisizlerin kirlettiği, aklı ve hisleri uyuşturduğu bir dünya bu...
Mağduriyet türü ve cinsiyete göre güvenlik birimlerine gelen veya getirilen çocukların karıştığı olay sayısında cinsel suçlar 2015 yılında 16.258 iken, 2019 yılında 31.445’e fırlamış durumda. Yani yüzde 100’e yakın bir artış var. Bu çocukların 26 bin kadarı da kız...
TÜİK’in yayınladığı doğum istatistiklerine göre, 2015-2020 yılları arasında 15-17 yaş grubundaki kız çocuklarının yaptığı doğumların sayısı ise 81 binden fazla.
Çocukların güvenliğinin olmadığı, vücut bütünlüğünün korunmadığı bir ülke bu...
Çözüm sürekli geciktirildikçe, ötelendikçe, işin içine siyasi hesaplar girdikçe, sorunlar da kartopu etkisiyle büyüyor; bugünün sorunları dünün çözümsüzlüklerinden ve kayıtsızlıklarından kaynaklanıyor; birilerine anında had bildirilirken, parklarda öpüşen veya el ele tutuşan gençlere ışık hızıyla ahlak dersi verilirken, çocukların canına ve ruhuna kıyanlar karşısında susuluyor.
Bir gecede çekildiğimiz İstanbul Sözleşmesi nasıl ki kadınları yaşatırsa, çocukları istismardan koruyan ve Türkiye’de tam 11 yıl önce yürürlüğe giren "Çocukların Cinsel Suiistimal ve Cinsel İstismara karşı Korunmasına İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi" yani Lanzarote Sözleşmesi’nin de çocukların can dayanağı olduğu ise devasa bir hakikat olarak karşımızda duruyor.
18 yaşına kadar herkesi çocuk sayan, erken yaşta evliliklere karşı çıkan, çocuğu cinsel açıdan korumak konusunda devletlere ve ailelere sorumluluk yükleyen Lanzarote Sözleşmesi, çocuklara karşı cinsel suçların önlenmesi, faillerin kovuşturulması ve çocuk mağdurların korunmasını öngören, çocuklara yönelik istismarı önleyen ve onları korumaya dönük etkin bir ceza hukuku alanı tesis eden, kilit bir uluslararası belge... Anayasa gereğince de kanun hükmünde olup öncelikle bir iç hukuk kuralı...
Bu Sözleşme’nin bir diğer kilit özelliği daha var: Cinsel istismarı tanımlayan ve bunu suç sayan ilk uluslararası sözleşme olması... Yani taraf devletler, çocukları koruma yükümlülüğünü üstlenmeyi uluslararası planda taahhüt ediyorlar.
Çocuk istismarına af getirilmesini savunan çevreler için Lanzarote Sözleşmesi en büyük engel. Dolayısıyla her türlü psikolojik manipülasyon (gaslighting) tekniğiyle onu karalamak, gerçek olmayan iddialarla içeriğine dair soru işaretleri yaratmak üzere çabalar devam ediyor. Ancak, “bir kereden bir şey oluyor”. Hem de çok şey oluyor...
Bugünden yarına bu topraklar çocuklar için bir cennete dönüşmeyecek. Ancak enseyi de karartmamak gerek. Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği’nden avukat Burcu Uçuran’a bu tür cinsel istismar vakalarını önlemek için atılması gereken üç temel adımı sordum. Yanıtı şöyle oldu:
“Önce bu suç türünün önlenmesi için adımlar atmak gerekli. Burada pek çok dinamik var. Bunlardan ilki toplumun bilgilendirilmesi, ikincisi çocuğun dediklerinin ciddiye alınmasıdır. Çocukların Bedensel Söz Haklarına önem verilmesi, çocuk istemediği halde ona zorla bir şey yapılmasının önüne geçilmesi gerekiyor. Erken yaşta zorla evlendirilmelerdeki yetişkin dünyasının ikiyüzlülüğü, çocuğun hiçbir alanda söz hakkı olmamasına karşın nasıl oluyorsa evlilik gibi ağır bir yükün altına çocukların ‘rızaları var’ şeklinde dahil ediliyor. Çocuğun cinsel istismarı söz konusu olduğunda hiçbir durumda rızasının varlığından bahsedilemez.
Diğer yandan suçu önleyemediysek, çocuğu korumaya bu noktada da başlayabiliriz. Bu koruma adımı pek çok yönden yapılmalıdır. Çocuğa ilişkin suçun ihbar edilmesi tek başına çocuğun korunduğu anlamına gelmez. Son olayda ana akım medyanın çocuğun isim soyisim harflerini ve fotoğraflarını paylaşması çocuk koruma eylemine aykırıdır. Çocukların da unutulma hakları olduğunu, hayatlarına yalnızca bir suçun tarafı olarak devam etmek istememelerine saygı duymamız gerektiğini düşünüyorum. Korumanın bir diğer adımı da çocuğun eğer mevcut ortamda böyle bir istismara maruz bırakılıyorsa fiziki koruma altına alınması, çocuğun ikincil ve sonraki travmalarının önüne geçilmesi için bu alanda uzmanlaşmış kişilerden aktif bir psikolojik destek almaya başlaması. Soralım, bahsi geçen olaylarda hangi çocuğa psikolojik sağlık desteği sunuluyor? Medyaya yansıyan olaylar o kadar kısa süre gündemde kalıyor ki, yoğun bir destek görüntüsünün ardından çocuklar genelde sistem içerisinde yalnız bırakılıyorlar!
Bir diğer adım da kovuşturma elbette. Cezasızlığın bu kadar yoğun olduğu bir yargılama süresinde bu suçların çocuğu travmatize etmeyecek şekilde kovuşturulması, çocuk ve failin yüz yüze getirilmemesi, yargılamanın en kısa sürede bitmesi ve failin cezalandırılması gerekmektedir.”
Tüm bunlar aynı zamanda Lanzarote Sözleşmesi’nin de özünü oluşturuyor. Dolayısıyla, avukat Uçuran’ın da vurguladığı gibi, Sözleşme’nin daha çok bilinmesi, yargılamalarda gündeme gelmesi ve en önemlisi bir yargılama ortaya çıkmadan dahi Sözleşme’de bahsedilen bu suçu önleme hususunun daha etkin uygulanabilmesi için devletin çocuk koruma politikası oluşturması gerekiyor.
Tüm uzmanların da üzerinde birleştiği nokta, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı yerine bir Çocuk Bakanlığı kurularak tüm mesaisini çocuğun iyi olma halini geliştirmeye adayacak bir kurumsal mekanizmanın gücünün Demokles’in kılıcı gibi hissedilmesini sağlama gereği... Elbette ideal dünyada...
Çünkü bizler “ideal” olanı tartışırken bir yandan da ülkede çocuğa yönelik saf kötülük sıradanlaşmaya devam ediyor. Erken yaşta evlilik adı altında sapkın düşüncelerini perdeleyen pedofili de, şiddet de, istismar da, mevsimlik tarım işçiliği veya çıraklık adı altında çocuk işçilik de açıkça meşrulaştırılıyor.
Üç çocuktan birinin yoksul olduğu TÜİK verilerinde de yer bulmuş ülkede çocukların açlığı politize ediliyor, ama sorunu kökten çözecek bir finansal çözüm bir türlü bulunamıyor.
Bianet’in Erkek Şiddeti Çetelesi’ne göre Kasım ayında erkekler 4 çocuğu istismar etti. Çocukları istismar eden 6 fail erkekten sadece biri tutuklandı.
Gérard Mendel’in “Son Sömürge Çocuk” (Cem Yayınevi, çev.Hüsen Portakal) kitabında yazılanlar neredeyse teker teker yaşanıyor. “Otorite, şiddeti örten bir aldatmacadan başka bir şey değildir,” diyor Mendel. Çocuklar üzerinde kurulan otoritede ise “üst, egemen olur; ast, boyun eğer” diyor ve çocuklarla, hiyerarşik güce dayanmayan bir ilişki tesis edilmesi çağrısında bulunuyor.
Oysa çağdaş ve özgürlükçü bir aile ortamında büyü(ye)meyen çocuklar her anlamda salt bir otoriteye boyun eğmek zorunda kalıyor, otoriteyle yoğruluyor, eleştirel bilince doğru ilerleyeceği tüm patikalar barikatlarla kapanıyor. Çocuklarla yetişkinler arasındaki biyolojik eşitsizliği fırsat bilenler, çocukları sömürüyor, onların yaşama sevincine hükmediyor.
Bir yandan da teknolojinin geliştiği, geleneksel medyaya yeni medya kanallarının da eklendiği, iletişimin ve bilgi çağının sınır tanımadığı bir çağda yaşıyoruz. Bu araçlar sayesinde, eğitimden yoksun bırakılmış, ataerkil düzenin kodları içerisinde öğütülmeye çalışılmış tek tük kız çocukları da eleştirel bilince giden patikayı keşfediyorlar ve bu süreçte ellerinden ya bir avukat, ya bir gazeteci, ya da hak savunucusu tutuyor sıkıca...
Avukat Uçuran’a göre, gerek teknolojinin gelişmesi gerekse suç ihbarı üzerinde vatandaşın teşviki, sağlık çalışanlarının ihbar yükümlülükleri, çocuklara cinsel istismar suçuyla ilgili bilgi düzeyinin artması sonucunu doğuruyor; böylelikle kamuoyu da bu konuda eskiye nazaran daha çok bilgileniyor ve bu suçların üstü artık kapatılamıyor.
Bu ülkenin çocuklarına, böylesi bir ataerkil düzen kodlarıyla dayatılan cehennemin bir çocuk hakkı, bir insan hakkı ve bir kamu sağlığı sorunu olduğu, bu güçlenen kamuoyu sayesinde artık görmezden gelinemiyor. Hekim dernekleri, sendikalar, siyasi partiler, ilk gün sussalar da ikinci gün daha da güçlenen ve öfkelenen kamuoyu karşısında nerede durduklarını göstermek zorunda kalıyorlar. Bu kamuoyu güçlenmeseydi kulakları sağır eden bir sessizlik hâkim olurdu zira...
“Resmi nikâh olmadan imam nikâhı yapılması” ve “evlilik cüzdanını göstermeden imam nikâhı yapılması” suçlarının Türk Ceza Kanunu’ndan ve Evlendirme Yönetmeliği’nden çıkarılmasının, müftülüklere resmi nikah kıyma yetkisi verilmesinin, 15 yaşındaki çocukların evlenmesinin bir “insan hakkı” olarak addedilmesinin türlü türlü sonuçlarını hep beraber bir drama filminin gösterildiği dev sahneden izliyoruz.
Benzer şekilde de, çocuklara yönelik tecavüzde tutuklama için “somut delil aranır” gibi koşullar getirerek tutuklamanın zorlaştırılmaya çalışıldığı bir ortamın meyveleri bunlar...
Avukat Uçuran’ın önemli bir tespiti var bu noktada: “Çocuk istismarını önlemeye yönelik kanunlar da sözleşmeler de yeterli bir yasal çerçeve oluşturuyor; ancak ülkedeki en büyük sorun, yazıldığı gibi uygulanmayan mevzuat hükümleri.”
Bu açıdan uzmanlar cinsel istismar sonrası yargılamalarda çocukların ikinci kez travmaya maruz kalmalarının önlenmesi için gerekli tedbirlerin alınması gereğine işaret ediyorlar. Bu konuda bir süredir AB destekli projelerle meslek-içi eğitim veriliyordu.
Dolayısıyla, konforlu köşelerinizden “Batsın bu dünya” diyerek, “çocuklar yarınımız” romantikliğiyle suya sabuna dokunmayan tweetler atarak çözüme ulaşılmıyor.
“Çocuk susar, sen susma” diyerek de çocuk edilgen konuma itiliyor, o da bir çözüm değil. O an için vicdanınızı rahatlatıyorsunuz, hepsi bu...
Çocuk istismarına öfkelenerek değil, hukuki yaptırımları uygulayarak ve benzer durumlar için caydırıcılık ağı örerek engel olabiliriz. Hukukun üstünlüğü kamuoyu algısında güçlendikçe bu vakalar da peyderpey azalacak.
Çocuk istismarına en ufak bir tolerans göstermeyecek, çocuğun üstün yararını hava gibi ekmek gibi su gibi içselleştiren, aksini aklından bile geçirmemesini sağlayacak bir değerler ve hukuk sistemine acilen ihtiyaç var...
Hak savunucularının, saha çalışmacılarının ve sivil toplum liderlerinin görüşleriyle sistemin gözden geçirilmesine, savunuculuk çalışmalarının siyaset-üstü bir çerçeveye yerleşmesine ihtiyaç var...
“Konuşun beyler, konuşun hanımlar! Bizi farelerden ve gergedanlardan ayıran tek şey bu. Ne hissettiğimizi söyleyebilme yetimiz. Konuşun!” diye bize çağrıda bulunan Maya Angelou’yu, “Susma vakti geçti, bundan sonra herkes konuşacak” diyen TİP Sözcüsü Sera Kadıgil’i anımsamaya ve bir çocukla birlikte binlerce çocuğun kaybolan yıllarının hesabının sorulmasına ihtiyaç var...
Daha fazla çocuğu sistemin çarkları yiyip tüketmeden... Çünkü bu çocuklar aslında biziz... Bu gündem, biziz... Bu gündem, bizim vicdanımızın, insanlığımızın, merhametimizin, çağdaşlığımızın aynası...