Topuklu ayakkabıya neden bu kadar hayranlar?
Bir seans epilasyonun, saç boyatmanın, üste başa alınacak üç beş afili parçanın, onlarca kozmetik eşyanın maliyeti hiç de az değil. Maaşınızın önemli bir kısmını ayırmanızın beklendiği ve artık mahalle baskısına dönüşen bu beklentileri karşılayacak bütçenizin olup olmaması da problem değil.
Pınar Soytek
Patriyarka adını bilmediğimiz uzak bir köy değil. Patriyarkayı topuklu ayakkabılarımızla ezdiğimiz, istenmeyen tüylerimizde boğduğumuz günlerin uzak olmadığına inanmak istiyorum ki, bunun için sebep çok.
Geçen gün sosyal medyada bir posta rastladım: “Sakala neden bu kadar düşmanlar?” Festivallik film adı havası taşıyan bu cümlenin bir sürü dram taşıdığını postun altında yazan yorumları okuyunca fark ettim. Beyaz yakalıların şeytan üçgeni olan Şişli, Levent, Maslak hattındaki ofislerde dönen gündelik muhabbetlerin iz düşümü olan yorumlar bir yere varmadı belki ama bende uzun zamandır sebebini bilmediğim, regl dönemi öncesi ya da sonrası diyerek geçiştirdiğim öfkemi, bir daha kış uykusuna dalmayacak şekilde uyandırdı.
İş yerlerinde kılık kıyafet üzerinden hizaya çekilme hali o kadar sıradan ki, bunu mevzu edip konuşmak bile abesle iştigal. “Tabii ki, yapılan işin bazı gereklilikleri olacak. İşi kabul ederken biliyordun ama… Sence de çok abartmıyor musun?” Bahsi geçen şeytan hattı ve benzeri pek çok yerde, hayatının önemli bir kısmını mesai adı altında geçirilenler için oldukça tanıdık cümleler bunlar. Buna verilecek tek cevabım var: Ben değil, sistem abartıyor! Kadın olarak iş dünyasında türlü eşitsizliğe maruz kaldığımız ya da kalma potansiyeli içinde yaşadığımız ofislerde bir de üstüne “bakım” adı altında sınırları oldukça muğlak kurallar dizisiyle karşı karşıya kalıyoruz. Çoğunlukla yazılı olmayan ama sözel olarak mutabık kalınmış bu kurallar dizisinde neler yok ki… Kumaş pantolon ve topuklu ayakkabının başını çektiği liste, ojeli tırnaklar ve fönlü saçla uzayıp gidiyor. Cildiniz dinlensin diye makyaj yapmadığınız bir gün “Hasta mısın” sorularını duymanız işten bile değil.
Farklılığın, güzellik olduğunu pompalayan moda dünyasına inat, aynılaşıyoruz. Plazalar mabedi metro hattındaki vagonlar makyajı tam, topuklu ayakkabılarını çekmiş, şık çantasını koluna takmış, tiril tiril bluzuyla arzı endam eden mutsuz yığınlarla dolu. Okul hayatımız boyunca üstümüzden çıkarmak için türlü taklalar attığımız üniformayı, bunu bize tatlı tatlı kabul ettiren sistemi ayakta alkışlardım ama bütün gün topuklu ayakkabı içinde büzüşüp tanımlanamayan cisme benzeyen ayaklarım nedeniyle yapamıyorum. “Bu işin gereği böyle” argümanıyla aynada kendimizi tanımayacak hale sokan sistemin, “eteğin kısa, kravatın yamuk” diyerek bizi kenara çeken okul müdüründen bir farkı yok.
İstenilenlere gönüllü ya da gönülsüz uymanın ise bedeli büyük. Manevi ağırlığını geçiyorum ciddi bir maddi yük söz konusu olan. Bir seans epilasyonun, saç boyatmanın, üste başa alınacak üç beş afili parçanın, onlarca kozmetik eşyanın maliyeti hiç de az değil. Maaşınızın önemli bir kısmını ayırmanızın beklendiği ve artık mahalle baskısına dönüşen bu beklentileri karşılayacak bütçenizin olup olmaması da problem değil. Kredi kartları ne güne duruyor, öyle değil mi?
Boğazlı kazağı ve kot pantolonuyla geleneksel iş dünyasının tüm kurallarını yıkan Steve Jobs’a hayran olanların var olan sistemin en yılmaz savunucuları olması asıl trajikomik olan. Bir diğer trajedi de Jobs gibi iş dünyasında kıyafetiyle sistem dışına çıkan popüler bir kadına rastlamıyor oluşumuz. Bundan dem vurulduğunda klasik cevap hazır: “Ama o, Steve Jobs.” “Ben de benim!” Ezkaza Steve Jobs yıllar önce karşısına gelse, yeterince prezantabl görünmediği için işe almayacak olanlar, kalkıp size bu özgürlüğü elde edebilmenin koşulu olarak dahiliği ya da yeteneği önünüze koyabiliyor. Ve bunu yapanın bir kadın ya da erkek olması da önemsizleşiyor. Patriyarka adını bilmediğimiz uzak bir köy değil. Patriyarkayı topuklu ayakkabılarımızla ezdiğimiz, istenmeyen tüylerimizde boğduğumuz günlerin uzak olmadığına inanmak istiyorum ki, bunun için sebep çok.