Uzunca zamandır dinozor heykelli parklar, Nasreddin Hoca ya da selfie çeken heykeller, yunus ya da ördek şeklindeki telefon kulübeleri, çay bardağı şeklindeki binalar ve daha niceleri sosyal medyanın en eğlenceli konuları arasında yer alıyor. Her biri, “bu kadar da olmaz artık” dedirterek derecede insanı şaşırtıyorlar. Herkes, bu absürdlükleri “banal”, “bayağı”, “rüküş”, “ucuz” olarak niteliyor, altına iki satır yorum yazıyor. Sonrasında hemen unutuluyorlar ve yerlerini bir başka “bu kadar da olmaz”lara bırakıyorlar. Ancak bu toplumsal fenomenin birkaç “zeki” ve “esprili” basit cümle ile geçiştirilmekten çok daha fazlasını hak ettiği düşüncesindeyim.
Eğer kitsch hakkında konuşacaksak, sanattan çok asıl sokaktaki insanın sıradan beğenilerine bakılmalı. Ve bu da, kaçınılmaz olarak iktidarın totaliter doğası hakkında düşünmemizi gerektir.
AKP İKTİDARININ SANATLA İMTİHANI
16 yıl boyunca AKP iktidarının toplumu ve kültürü dönüştürme aracı olarak sanatı nasıl kullandığını hep beraber izledik. Gerekçesi ne olursa olsun AKM’nin yıkılmasına, şimdilik tarihi ertelenmiş olsa da Beşiktaş’taki konservatuvarın taşınma ihtimaline, bale, klasik müzik, tiyatro, resim (video art gibi çağdaş sanatları saymıyorum bile) gibi sanat dallarının dışlanmasına tanık olduk.
AKP, iktidarı boyunca bir önceki hakim kültürü geriletmiş olabilir ama kendi hakim kültürünü, bu kültürün entelijansını, düşünürlerini, sanatçılarını yetiştirdiğini söylemek de zor. Daha çok Osmanlı’nın şanlı ve güçlü olduğu varsayılan mitleştirilmiş bir dönemine gönderme yapan ve son zamanlarda buna milliyetçiliği de eklediği yüzeysel ve dar bir kültürel çerçeve ile yetiniliyor. Toplumun dini ve milliyetçi duyguları bu şekilde uyarılıyor ve bundan daha fazlasına ihtiyaç duyulmuyor.
Devletin boş bıraktığı bu anlam dünyası, bugün toplumun kendisi tarafından el yordamıyla dolduruluyor, tüketim toplumunun imgeleri havalarda uçuşuyor ve hiç beklenmedik şekillerde bir araya geliyorlar. Şimdiye kadar birikmiş kültürel değerlerin reddiyesi ve yerine sağlam bir zemine sahip kültürel kodların konulamadığı bu durumda da zevksiz ve hatta irrite edici bulduğumuz “kitsch” kavramı kaçınılmaz bir şekilde ortaya çıkıyor.
TOTALİTER KİTSCH VE KONFORMİZM
Her totaliter rejim tek bir ideolojiye izin verir, kendi ideolojisine; her totaliter rejim tek bir dile izin verir, kendi diline; her totaliter rejim tek bir tarihe izin verir, kendi tarihine ve her totaliter rejim tek bir sanata izin verir, kendi sanatına. Totaliter rejimlerin sanatı ise sonsuz bir tekrara dayanır. Sıkıcıdırlar ve gelişmeye açık değildirler. Bu nedenle de derinlikten yoksundurlar.
Bugünün Türkiyesi’ne baktığımızda, AKP iktidarı bir önceki, modernist diyebileceğimiz hakim kültürün yerine, dünya ile yeni bağlar kurabilen bir kültür ve sanat alanı oluşturamadı. Hal böyle olunca da, bölük pörçük birtakım dini semboller, çarpıtılmış gerçeklere dayalı tarihi televizyon dizileri, bölgesel yeme-içmeye dayalı ancak asla gastronomik nitelik kazanamayan bir mutfak kültürü ve karikatürize edilen eski giyim gibi şeyler geriye kaldı. Zaten sokaktaki insanın gündelik hayat pratiğinde eskiyi yücelten ve milliyetçi sosla süslenmiş Yeni Osmanlıcılık, bölük pörçük imgelerden, kola yapılan tuğra dövmesinden ya da arabanın arka camına yazılan “bu vatan bizimdir” gibi sözlerden daha fazla bir şey ifade etmiyor.
İşte bu noktada devreye kitsch giriyor. Toplumun normal, uyumlu, üretken bireylerden oluşmasını kitsch sağlıyor. Bireysellik, özgürlük ve yaratıcılık bu sayede bastırılıyor. Kitsch, bayalığı, banallığı, çirkinliği temsil ederken, güzelliği dışlar. Çünkü güzel olanı istemek bir irade gerektirir. Bu da toplumun içinde bulunduğu koşullara kuşku ile bakmasını, sorgulamasını ve eleştirmesini gerektirir ki, hiçbir totaliter rejim bunu izin vermez.
Kitsch’in “sanat olmayan sanat” (kare şeklindeki üçgen gibi bir oksimoron), “kitlesel ve popüler kültüre dayalı totaliter rejimlerin sanatı”, “güzel olan şeylerin reddi ve çirkinliğin asalet kazanması”, “konformizme ya da kolaycılığa dayalı var olma biçimi” ve “gündelik olanın sıradan görünümleri” gibi sayısız tanımı bulunur ve bunların hiçbiri de yanlış sayılamaz.
Bu sayısız tanım içinde benim tercihim, başlangıç olarak sonuncusundan yana.
1. Her gün 9-6 işe gitmek.
2. AVM’lerden alışveriş yapmak.
3. Zamanı gelince (?) evlenmek ve çocuk yapmak.
4. TV karşısında uyuşmak.
Ve daha başka bir sürü şey…
Sıradanlık, bizleri kurallara uyan cici çocuklar yapıyor ve gündeliğin sorunları ile boğuşuyoruz. Hepimiz içinde bulunduğumuz ana sıkışmış durumdayız ve bu bizim tek gerçeğimiz. Ancak konforumuz bozulmadığı sürece hiçbir şeye itiraz etmiyoruz, ehlileşiyoruz. Adını bir türlü tam koyamadığımız sıkıntının yerini ise, ister beğenelim ister beğenmeyelim, kitsch ile dolduruyoruz. Böylelikle sıradanlığımıza anlam katıp kendimizi başka yere yerleştirerek kitsch ile aramıza mesafe koyuyoruz.
İşte kitsch aradaki bu mesafedir, kendimizi sıradan olmadığımıza inandırmamızın sonu konformizme varan rahatlığıdır.
Üstelik konformizm bireysel değil toplumsaldır, kaynağı da devlettir. Devlet ise tam biat ister, sadece biçimde değil, düşünce ve duygularda da. Devletin sanatı yok ettiği yerde kitsch başlar ve beslendiği yer toplumun bilinçdışıdır.
Kitsch, politik bir eylemdir. Kitlelerin ortak duygularına hitap eder, onları çocuksulaştırır ve iktidar karşısında aciz kılar. Milan Kundera’nın dediği gibi “insanların yeryüzündeki kardeşliği ancak kitsch temeli üzerinden kurulabilir ve bunu çok iyi bilen politikacılar açıkta bir fotoğraf makinesi gördüler mi, hemen en yakın çocuğun yanına koşarlar, havaya kaldırırlar ve yanağından öperler.”
Bu görüntünün ya da imgenin bilinçdışımızda bir karşılığı var. Dil öncesi, henüz toplumun sembolik düzenine dahil olmadığımız bir döneme ait bir imgedir bu. Her şeyin daha kolay ve sorunsuz olduğu, ebeveynlerimiz tarafından her an korunduğumuz konforlu bir dönemin imgesi. Dile gelemeyen, içimizde en derinlerde beliren bu duyguyu tüm toplum ile aynı anda hissederiz. Kitsch’i banal ve bayağı yapan, bu anlık yakalanıştır.
KITSCH VE REGRESYON
Çocukluğun imgeler dünyasını terk edip, istek ve arzularımızı dil ile ifade etmeye ya da bastırmaya başladığımızda, toplumun sembolik düzenini kabul ettiğimizde ve babanın yasasına boyun eğmeyi öğrendiğimizde çocukluk geri dönülmez bir biçimde sona ermiş ve artık büyümüşüz demektir.
İstediğimiz kadar sembolik düzenin kuralları içinde kitsch’i eleştirsek, yok saysak, aşağı sınıfın ürünü olarak görsek de, bir anlığına çocukluğunuza, o değerli oyuncaklarımızla oynadığımız hayal dünyasına geri döndüğümüzü düşünün. Devasa dinozorlardan, sevimli yunus balığı şeklindeki telefon kulübelerinden, yörük kıyafeti giymiş şirin kedicikten daha baştan çıkarıcı ne olabilir ki?
Kafamızdaki sembolik düzenin ketinden kurtulup, geriye dönebilsek, hepsi muhteşem ve kışkırtıcı şeyler. Ama bunu yapamayız, çünkü çocukluk çok gerilerde kaldı ve hepimiz yetişkin birer bireyleriz.
Ne yörük kıyafetleri giymiş kedide, ne de yunus şeklindeki telefon kulübesinde bir anlam aramayın, bir değer biçmeye çalışmayın, bunları estetik bir beğeni ile yargılamayın. Çünkü sadece oldukları kadarlar. Absürdler, karşımıza aniden çıkarlar, bizi çocuksu bir şekilde şaşırtırlar, biraz gülümsetirler ve unutulur giderler.
Kitsch’i sevin, bize çocukluğumuzu hatırlattığı için ve kitsch’ten nefret edin, bizi totalitarizm karşısında çocuksulaştırdığı, uyuşturduğu ve konformizmin nesneleri haline getirdiği için.