İster bir kimlikten türetilmiş olsun isterse bir değerler manzumesine yaslansın ideoloji, bir ülkenin ya da siyasi rejimin nüfuz alanını genişletmesi için önemli bir araç ve bölgesel bir güç haline gelmesi için önemli bir atlama taşıdır. İdeolojik motivasyonun en güçlü kaynağı toplumsal devrimler, ulusal çıkarların tahakkuku için yapılmaz, böyle olanları vardır belki ve bu devrim tanımına göre değişiklik gösterir ayrı mesele. Ama halk, baskı ve haksızlıklar dayanılmaz boyuta ulaştığında prangalarından kurtulmak ve daha insanca bir yaşam için devrim seçeneğine yönelirler. Nihayetinde devrimler beraberinde getirdikleri ideolojiler sayesinde ülkeye büyük bir özgüven kazandırır. Bu özgüven, ulusal birliğin sağlanmasının ardından bölgesel ya da küresel bir güç olmaya kadar giden yolun taşlarını örer. Sovyet, Fransız ve İran devrimlerinin zaferlerinin hemen ardından bu süreçler aynen bu izleği takip etmiştir.
Ancak bir de devrim yaşamamış olduğu halde planlı ve programlı bir şekilde bir ideolojiye yaslanan, o ideolojiyi ulusal çıkarları için araçsallaştıran ülkeler vardır. İktidarının bir döneminde liberal, başka bir döneminde milliyetçi bütün bunların işe yaramadığını gördüğünde ise İslamcılığın ülke ve kendisi için kurtuluş olduğuna inanan…
Müslüman Kardeşler ideolojisine yakın duran AK Parti dönemi Türkiyesi, Putin dönemi Rusyası ve ulusalcı vurguları ön plana çıkartan başka bazı siyasal sistemler, bu son kategoriye girer. Burada Türkiye örneğinde Müslüman Kardeşler ve Rusya örneğinde ise Rus kimliğinin merkeze oturtularak ulus devlete yeni bir alan açma, nüfuz alanını genişletme hedeflendiği dikkat çekmekte. Dikkat edilirse yer yer kendi konumunu tahkim etme amaçlı bazı çıkışlar müstesna; ideolojik propaganda olmaması, asıl hedefin ideolojik bir yükselişten ziyade pragmatist bir güç konsolidasyonuyla karşı karşıya olduğumuz gerçeğini fısıldamakta.
Türkiye örneğine odaklandığımızda görülen, AK Parti’nin son dönemdeki çıkışı ve bölgesel bir güç olma iddiasıyla ortaya çıkmadan önce yaşanan dönüşümlerdir. Dış politikada stratejik dönüşümlerin yaşandığı sürecin hemen öncesinde ordunun siyaset üzerindeki etkisi oldukça azalmış, bunun yerine Türk-İslam sentezcisi sivil yönelim, giderek dış politikayı domine etmeye başlamıştır.
AK Parti’nin emperyal tutumuna yön veren ve İslami söylemi ön plana çıkartmasına yol açan büyük ölçüde Arap Baharı oldu. Arap Baharı, Türkiye’yi nüfuzunu yayma, başka ülkelerin içişlerine müdahale etme yetkisini kendisinde gören bir çizgiye savrulmasında önemli bir işlev yerine getirdi. Arap isyanları, Arap dünyasında Türkiye’nin rolünü önemseyen ve hatta onu kurtarıcı gibi gören bir toplumsal kesimin ortaya çıkmasına yol açarken Türkiye’deki siyasal atmosfer, bu güçlü basıncın etkisi altına girdi. Arap Baharı sonrası süreçte bu basınç ve atmosfere gönüllü olarak kendisini kaptıran ve güç sarhoşluğu yaşayan AK Parti’nin Suriye, Libya, Azerbaycan ve hatta Irak’a müdahale edebilecek altı boş bir özgüvenine tanıklık ettik.
AK Parti bu söylemin altında mı kalır yoksa bu tutumunu daha mı derinleştirir, orası net olmamakla birlikte, bu emperyal tutumun yarattığı bazı krizlerin yanı sıra külfetli oluşu nedeniyle İslamcı tonu biraz yedeğe almak istese de büyük ihtimalle bunu yapamayacak, iktidarda kalmasını büyük ölçüde bu İslamcı sosuna bulanmış söyleme borçlu olduğu için.
Nüfuz ve yayılmacılıkla ayrılmaz bir eküri teşkil ettiğinden, otoriterlik hattı üzerindeki vidaları gevşetmek, emperyal söyleme bağımlı hale gelmiş AK Parti iktidarının içerden gelen basıncı ve halka verdiği “biz artık bir dünya gücüyüz” diskurunu boşa düşüreceği için pek mümkün görünmemekte. Şüphesiz tüm bunların yanında ekonomik olarak dünyadaki yeri aynı kalsa da 90’lı yıllardan itibaren ciddi bir servet birikimi oluşumuna tanıklık etmiş göreli olarak daha gelişkin bir ekonomi yapısının da rolünü unutmamalı.
İktidarı gemleyen güç unsurlarının bulunmaması, ülkeyi yönetenlerin kendilerini daha serbest hissetmelerine ve dolayısıyla daha agresif bir dış politika izlemelerine yol açtı. Ancak bunun içerden gelen tehdidin ortadan kaldırılması nedeniyle mi yoksa onun yerine kendi kendine heyula haline getirdiği, terörize ettiği ve halk katmanlarında güçlü bir karşılık bulan muhalefetin kendi iktidarını tehdidi nedeniyle mi olduğu biraz tartışmalı görünüyor.
Bu durumu AK Parti’ye uyarladığımızda askeri vesayetten kendisini kurtarma noktasında göreli bir özgüven ve kendini güçlü hissetme gibi bir durum söz konusu ise de dış politikada emperyal bir tutumun gündeme gelmesi, iç tehdidin azalması nedeniyle değil artması nedeniyle meydana geldiği kanısı bende daha baskın.
Askerler yurda döndüğü ve Kabil Havaalanı’na ilişkin bir misyon üstlenmediği için son derece kederli olduğunu tahmin ettiğimiz AK Parti kurmaylarının Afganistan’da Taliban’a karşı göreli olarak daha flörtöz açıklamalar yapmalarının arkasında da emin olun bu emperyal nüfuz arayışı ve “Taliban’dan bir şeyler kapabilir miyiz” mantığı ya da kendisini, ABD’nin ağır bir mağlubiyet tattığı bir coğrafyada onun yerine ikame edilebilecek bir güç algısı yaratma eğilimi yatmakta. Erdoğan ve ekibinin, önümüzdeki süreçte bu misyonu kapmak için uğraşlarını sürdüreceklerinden hiç şüphe duyulmamalı. Ancak yakın süreçte meydana gelen olaylar, Afganistan’da nüfuz arayan ve yayılmacı güçlerin mezarına dönüştüğü gerçeğini emperyal söylem sahiplerinin kulağına sürekli fısıldayacak gibi görünüyor.
1930’lu ve 2010’lu yılların hemen öncesinde Türkiye iç politikada köklü değişimler ve ideolojik kırılmalar yaşamıştır. Türkiye 1920’lerde imparatorluktan ulus-devlet düzenine geçmiş, 1930’lara kadar milliyetçilik, Batılılaşma ve laiklik merkezli, kimi araştırmacıların “Kemalizm” olarak adlandırdıkları yeni bir kimliğe bürünmüştür. 2000’li yıllarda ise askeri/sivil bürokrasinin siyaset üzerindeki rolü azalırken, Türkiye’nin İslami kimliğine yapılan vurgular artmıştır. Bu değişimlerin dış politikaya yansımaları kayda değer düzeydedir. 1930’lu yıllarda Türkiye uluslararası sistemde denge siyaseti güderek, artan İtalyan ve Alman tehdidine karşı ittifaklar kurmaya yönelmiş, iç politikada bağımsızlık ve egemenlik gibi değerler vurgulanırken Türkiye yakın çevresinde sömürge idareleri altındaki ülkelerin iç politikalarına karışmama politikasını takip etmiştir. 2010’lu yılların ilk yarısında ise Türkiye Arap Baharı ile derin bir kriz yaşayan Ortadoğu’da müdahaleci bir dış politika izlemeye yönelmiştir. İç politikada sıkça atıf yapılan İslami kimlik dış politikaya da yansımış, zaman zaman komşu ülkelerin iç işlerine karışma noktasına varan bir yaklaşıma dönüşmüştür.