Trajedilerle umudu yeşertmek
İlyas Tunç, ‘Ne Çok Gelecek, Ne Az Zaman - Yirminci Yüzyıl Trajedileri’nde 20. yüzyılda dünyanın dört bir yanında siyasi etnik ya da dinsel nedenlerle işlenmiş katliam ve kırımların dökümünü yapıyor.
"Ne Çok Gelecek, Ne Az Zaman" kitabının adındaki şiirselliği yakaladıysanız edebiyata dair sezgileriniz kuvvetli olmalı. Melih Cevdet Anday’ın ‘Yağmurun Altında’ şiirinde geçen dizeler kitaba adından çok daha fazlasını vermiş.
“Bu şiir 20. yüzyıl tarihini, acısıyla sevinciyle, umuduyla umutsuzluğuyla, mitolojisiyle ütopyasıyla özetleyen harika bir şiir” diyor yazar İlyas Tunç, “Bu şiir, kitabımın esin kaynağı ve metinlerin leitmotivi.”
Melih Cevdet’ten 41 sene sonra doğmuş olsa da Tunç’un da 20. yüzyılla sağlam bir ilişkisi var. Gazi Eğitim Enstitüsü İngilizce Bölümü’nü bitirdikten sonra çeşitli eğitim kurumlarında çalışarak, Afrika şiirinde yoğunlaşan şiir çevirileri yaparak, Nijerya ve Güney Afrika şiir antolojilerini çıkararak, roman ve deneme yazarak çağına tanıklık etmiş. Geçen ay Metis Yayınları’nda çıkan "Ne Çok Gelecek, Ne Az Zaman" bu tanıklığın ürünü.

Melih Cevdet’in koca bir yüzyılı bir şiire sığdırdığı gibi o da geçen yüzyılda yaşanan 170 katliamı 240 sayfaya sığdırmış. Kitabın alt başlığının belirttiği gibi ‘Yirminci Yüzyıl Trajedileri’ni anlatmış.
Geniş kaynakçasına bakıp kitabın araştırma-inceleme türünde yazıldığı sanılmasın. Sinop’ta yaşayan İlyas Tunç, sorularımıza yazılı olarak verdiği yanıtlarda sadece tarihi belgelerden, gazete kupürlerinden, tanık ifadelerinden değil aynı zamanda yazmak istediği katliama ilişkin, romanlardan filmlere, karikatürlerden resimlere kadar akla gelen her türlü malzemeden yararlandığını vurguluyor. Tür olarak demene-anlatı demenin uygun olacağını söylüyor.
Kitabı rastgele açalım, 163’üncü sayfadan ‘Ekmek İsyanları’nı okumaya başlayalım:
“On altı yaşında bir çırak olarak kente geldiğim zaman açlık
bana bütün fiyatları öğretmişti. Taze ekmek düşüncesi kafamın içini
serseme çeviriyordu, çoğu zaman akşam saatlerce kentin içinde
dolanıp yalnızca tek bir şey düşünüyordum: ekmek… Gözlerim
yanıyordu, dizlerim halsizdi, içimde kurtlara yakışacak bir duygu
vardı. Ekmek. Bazı insanlar nasıl
morfin delisiyse ben de ekmek delisiydim (…)
Alman edebiyatının usta yazarlarından Heinrich Böll ‘İlk Yılların Ekmeği’ adlı romanında, başkahraman Walter Fendrich’in ağzından böyle anlatıyor İkinci Dünya Savaşı sonrasında ülkesinde yaşanan açlık günlerini. Ekmeğin açlığımızı gideren en temel, en acil besin kaynağı olduğu düşünüldüğünde, Fendrich’in yaşadığı duygulara şaşmamak gerekir, hatta “içindeki kurtların” kitlesel isyanlara dönüşmesine de… İnsanlık tarihi ekmek alamamanın bu tür isyan örnekleriyle doludur. Parisli kadınların Versay Sarayı’na yürüyüşleri, Ekim Devrimi öncesi Rus kadınların Petrograd Meydanı’ndaki protesto eylemleri, İzmirli kadınların buğday ambarlarını basması, Lübnan’da, Fas’ta, Ürdün’de ve dünyanın bir ucunda, herhangi bir yerde gerçekleştirilen diğer ekmek isyanları…
İsyanlardan biri de Mısır’da patlak vermişti. Heinrich Böll’ün romanını yayımladığı tarihten tam yirmi iki yıl sonra. Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası’ndan alınan borçlar sonucu dönemin Enver Sedat hükümeti, gıda maddeleri üzerinden devlet yardımını kaldıracak, dışa bağımlı politikaların faturasını kendi halkına ödetecekti. İsyan iki gün içinde İskenderiye’den Asvan’a kadar tüm kentlere yayılmış; ama kanlı bir biçimde bastırılmıştı. Sonuç: Seksen ölü!
Yakınlarını kaybedenlerin gözyaşları, Firavunlar Ülkesinin bereketli nehri Nil’e çoktan karışmış, Tahrir Meydanı’nda öfkeli bir sloganın cılız yankısı kalmıştı.
“Açılım politikalarının hırsızları, Mısır halkı açlıktan ölüyor!” “Kitap, herkesçe kabul edilen bir ‘katliam’ tanımı vermese de katliamların etnik, dinsel, ulusal ya da sınıfsal bir karakteri var” diyor İlyas Tunç:
“İktidar odaklarının şiddet eylemleri, burada ya da orada, pek farklılık göstermez; işkenceler, yargısız infazlar, kurşuna dizmeler, tecavüzler, kundaklamalar, ampute etmeler… Gün geçmiyor ki televizyon ekranlarında bireysel ya da kitlesel, bir şiddet eylemi izlemeyelim. İzlediğimiz şiddetin maruz kaldığımız şiddetle ilgisi yok. Simulakr bir şiddet ekranlarda izlediğimiz şiddet. Bu kitabın ekrana yansıyan şiddeti değil, zihne düşen şiddeti yansıtma kaygısından doğduğunu ifade etmeliyim.”
"Ne Çok Gelecek, Ne Az Zaman" dünyada ve Türkiye’de yaşanan trajedilerle dolu; yine de umudu yeşertmekten geri durmuyor:
“Tabloya bakınca insanın kendisiyle yüzleşebileceği, birbirine yaptığı kötülüklerden pişmanlık duyabileceği ileri sürülebilir. Pişmanlık duymak, aynı kötü şeylerin bir daha yapılmayacağını ümit etmek anlamına gelir. İdealist bir yaklaşım gibi düşünülse de insanlar tarih boyunca bu ümidi korumuştur. Barışçıl bir dünya özlemimizi diri tutan şey de budur aslında. Kötülükten iyilik devşirmeye çalışmak, insani bir görevdir her şeyden önce.”