Ekransever bir uluslararası ilişkiler
profesörü, bağlandığı canlı yayında Trump’un Suriye’ye
yollayacağı akıllı füzelerini övdüğü tvitinin blöf olduğunu, savaş
çıkmayacağını söylüyordu. Elbette kıdemli profesör, sosyal
bilimlerde, hele de uluslararası ilişkiler disiplininde bu derece
kesin yargılar dile getirilirken bir açık kapı bırakılması
gerektiğini pek iyi biliyordu. Bu nedenle bir sonraki cümlesi “ama
savaş olursa”… ile başladı. Yani olmaz ama olur da ben bu
tahminimde yanılırsam, demek istiyordu. Aslına bakılırsa tahmininin
doğruluğundan öylesine emindi ki, yanılması ihtimali ona göre ancak
mizaha konu olacak bir duruma yol açacaktı. Sıkça katıldığı bu
türden programlarda pek nüktedan olduğu anlaşılan profesör, savaş
ihtimali karşısında espriyi patlattı: “Ama savaş olursa acayip
programlar yaparsınız. Yaşarız yani…” Ardından böyle bir savaşta
“Gazdan başka bir alet bulmaları lazım. Mikrop savaşını tavsiye
ediyorum.” sözleriyle daha birkaç gün önce Doğu Guta’da onlarca
sivilin hayatını kaybettiği kimyasal saldırılar yerine kitlesel
ölümlere yol açacak biyolojik silahların kullanılmasını salık
veriyordu…
Nitekim profesör tahmininde yanıldı. Trump dediğini yaptı, üstün
zekâlı süper füzeleriyle Şam’ı ve Suriye’nin Rusya’nın kontrolünde
olmayan başka bölgelerini vurdu. Bir süreliğine canlı yayınlardaki
müstesna yerinden mahrum kalacağını tahmin edebileceğimiz
profesörün epeyce tepki çeken sözlerine dönecek olursak, bu sözleri
bir akıl tutulması, bir ne söylediğini bilmezlik, boşboğazlık hali
ile açıklamak yeterli mi? Ya da bir tür ego patlaması, kendine
duyulan hayranlıktan gözü dönmüşlük, statüko seviciliği, savaş
güzellemesinden mi söz etmeliyiz? Bunların hepsi mümkün. Ancak
profesörün belki yaşından dolayı ya da yukarıdaki sebeplerin
tümünün bir araya geldiği bir erkeklik hali içinde düştüğü bu gaf
anında, programın sunucusunun ve izleyicilerinin yüzüne vurduğu
çıplak gerçeklik apaçık ortadaydı.
Trump’ın akıllı, güzel ve yeni füzelerinden hayranlıkla söz
ederek güç gösterisi yaptığı bu dünyada, füzelerin hedefinde yer
almıyorsanız, savaş reytingi yüksek bir izlence. Susan Sontag,
Başkalarının Acısına Bakmak (i) isimli kitabında
başka bir ülkede meydana gelen felaketlerin seyircisi olma halini
sorgular. Dijital enformasyon ve görsel teknolojinin kıtalar
ötesinden tespit edebildiği bombardımanlarla uzaktan, hatta kıtalar
ötesinden yürütülen modern savaş, oturma odalarımızda sükûnet
içinde seyredip dinlediğimiz görüntü ve seslere dönüşmüştür.
Sontag, işkence ve eziyet görmüş, sakatlanmış bedenlerin, yıkılmış
şehirlerin görüntülerinden oluşan savaş manzaraları karşısında
seyircinin verebileceği tepkilerin şefkat duyma, hiddete kapılma,
için için sevinme ya da onaylama arasında gidip geldiğinden söz
eder (2004: 17-18). Bu görüntüler, belli bir dereceye kadar
pornografiktir. İzleyicide şehevi duygular uyandırabilir. Sontag,
tiksindirici görüntülerin de akıl çelici olabileceğini, birçok
insan için ıstırap verici bir şey görme isteğinin kuvvetli bir
etmen olduğunu söyler. Yollarda trafik kazasını seyretmek için
yavaşlayan araçların oluşturduğu uzun kuyruklar da bundandır. Diğer
yandan, sürekli olarak yinelenen şiddet görüntüleri karşısında
izleyicinin kayıtsızlaşması, sadizmin düzeyinin artması, şiddeti
ironiyle karşılayan bir tonun geliştirilmesi de mümkündür.
Bilgisayar oyunlarında, televizyon dizilerinde, sosyal medyada ve
hatta gazete sayfalarında açık şiddet görüntülerine maruz kalan
bizler için tolere edebileceğimiz şiddetin dozu da giderek
yükselmektedir. Ekranlarda sürekli yinelenen bu görüntüler
karşısında Sontag’ın deyişiyle bir tür “görüntü oburluğuna
yakalanan” izleyici, dikkatini belli bir şeye odaklamakta zorlanır.
İlgisi giderek dağılır ve içeriğe karşı kayıtsızlaşır. Yeniden ve
yeniden uyarılmaya ihtiyaç duyar. Şiddet görüntüleri, izleyici
bundan da sıkılıp kanal değiştirene kullanışlı bir uyarıcı olma
vasfını korur. Ne var ki Sontag, böyle olmadığında bile, yani
izleyici şiddete maruz kalan ile bir tür şefkat ya da sempati
ilişkisi kurduğunda bile sorunun ortadan kalkmayacağını belirtir.
Bu duygu eyleme dönüştürülemediği sürece, yani insanlar
yapabilecekleri bir şey olmadığını düşündükleri ölçüde, şiddete
karşı tepkisizleşecek, atalete kapılacaklardır. Bunun sonucu
kaçınılmaz bir kısır döngüdür. Başkalarına çektikleri acılar
karşısında duyduğumuz sempati, kendimize acılara yol açan
gelişmelerde bir suç ortaklığımız olmadığını kanıtlamamıza yardım
eder. Masumiyetimiz, bizim ayrıcalıklarımızı sürdürme konforumuzla
onların ıstırapları arasında bir ilişki olabileceğini düşünmemizin
önüne geçer (2004: 96-106).
Profesörün sözlerine dönecek olursak, savaş medyanın bugünkü
işleyiş mantığı içinde hala en kullanışlı malzemelerden birisi.
Profesör haklı: Savaş oldu mu, televizyon programcılarının işi
–dolayısıyla da izleyicisi- artıyor; yorumculara, stratejistlere,
kendini savunma uzmanı olarak adlandıran ve gerçek hayatta -yani
uzak bir yerlerde savaş çıkmadığında- ne iş yaptıkları asla
bilinemeyen bazı kimselere ve bazı uluslararası ilişkiler
profesörlerine ekranlarda defalarca boy gösterme imkânı doğuyor.
Birinci Körfez Savaşı’ndan bu yana medyanın yok edici
teknolojilerin güzellemesi üzerine kurduğu savaş anlatısı, savaşı
adeta bir bilgisayar oyununa dönüştürüyor. Savaş, askeri merkezlere
verilen zararların haritalar ve grafikler aracılığıyla anlatıldığı,
civar ülkelere konuşlanmış askeri üslerden atılan füzelerin
menzilinden, bunları durdurabilen ya da durduramayan savunma
sistemlerinden, imha edilen hedeflerin sayısından söz edilen bir
tür teknolojik hâkimiyet oyunu olarak tasvir ediliyor. Sontag’ın
bahsettiğinden farklı olarak, günümüzün savaş anlatısı
“başkalarının acısı”na bakmaktan daha fazla bu acıyı
görünmezleştirmek üzerine kurulu. Özellikle de, eğer uluslararası
güç dengeleri bakımından kilometrelerce uzakta yaşayan insanların
kentlerini, havalimanlarını ve tesislerini bombalayan tarafta ya da
ikircikli bir konumda iseniz, medyanız bu yok edici teknolojilerin
insani sonuçlarını görmüyor, göstermiyor. Eğer askeri bir
üstünlüğün ifadesi olarak öldürülen düşman sayısından söz etmenin
sizin bulunduğunuz taraf açısından bir değeri yoksa, medyanız bu
saldırılarda kaç kişinin ve kaç sivilin öldüğünden, yıkılan
hastanelerden, okullardan ya da kaç kişinin evsiz kaldığından
bahsetmiyor. Başkalarının çocuklarının öldüğü başkalarının
savaşında, füzelerin gecenin karanlığını havai fişekler gibi
aydınlatmasını oturma odalarımızın konforunda seyre dalıyoruz.
Böylelikle, her ne kadar Sontag merhamet gösterme halinin
kendisinin de insanları atalete sürüklemesi nedeniyle problemli
olduğuna değinmiş olsa da, medyanın teknolojik bir üstünlük
mücadelesine (Amerikan füzelerine karşısında Rus savunma sisteminin
gücüne) indirgediği savaş anlatısında savaştan etkilenen insanlara
hiç yer kalmıyor. Savaşa karşı, ancak “başkalarının acısına
bakmak”la kurabileceğimiz mesafe böylece ortadan kaldırılmış
oluyor.
(i) Susan Sontag, Başkalarının Acısına Bakmak, çev.
Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2004