Trumpizm: Masalın sanatı
Demokratlar hızla karşı tarafı dinlemeye başlamazlarsa bir Trump daha gelebilir elbette. Bu Trump’ın kendisi mi olur veya ondan çok daha karizmatik ve oyunun kurallarını tam da Demokratların istediği gibi oynayan biri mi olur bilinmez ama o 70 milyon insan orada ve bir yere gitmeyecekler.
İnan Temelkuran*
ABD seçimleri sanki Dünya Kupası finali gibi, sanki aşırı dramatik bir Hollywood filmi gibi gözümüzün önünde cereyan etti, hatta etmeye devam ediyor. Ülkenin çekişmeli eyaletlerinde insanlar hâlâ gergin. Bazıları ülkenin komünizme kaymasından şikayetçi, bazıları da bu fırtınalı 4 yıldan sonra hâlâ Trump’ın ülkenin yaklaşık yüzde 50'sinin desteğini nasıl alabildiğine hayret ediyor.
Başkanlık seçimini Biden kazanacak, hatta kazandı diyebiliriz ama bir süre daha Trump mahkeme kararlarıyla ayakta kalmayı deneyecektir. Trump’ın batan gemisini birer birer terk eden Cumhuriyetçi liderleri izleyeceğiz. Her ne kadar liderlik eksiği yaşayan bir parti de olsa ben Cumhuriyetçilerin ağır toplarının Trump’ın kullanma süresinin dolduğuna karar verdiğini düşünüyorum. Peki bu 'Trumpçılık bitti' anlamına mı geliyor? Bu biraz da Trumpçılık’ın ne demek olduğuna bağlı.
Bence Cumhuriyetçiler arasında Trump, boş işlerle uğraşmayan (politik doğruculuk), her şeyi olduğu gibi söyleyen, haritada yerini gösteremedikleri yerlerde savaşa girmeyen ve kaybedilen ağır endüstri işlerini ülkeye geri getiren adam olarak tanınıyor. Peki bu dobralık ve yeni savaş başlatmaması dışında bir gerçekliği var mı bu anlatılanların, yoksa Trump olmayan bir şeyi ambalajlama ustası mı, birlikte bakalım.
Trump’ın en çok övündüğü şey son 20 yılda ABD’den giden sanayi üretimini ABD’ye geri getirmekti. İşin aslı, ne ağır sanayi işleri ABD’ye Trump yüzünden geri döndü ne de ABD'lilerin sanayi üretiminde herhangi bir sıçrama oldu. "ABD’de yeni açılan araba fabrikaları piyasa değerlendirmesiyle alınan kararlardır" diyor Ford’un CEO’su ve ekliyor: ‘Trump olmasa da bunu yapacaktık’. Lockheed Martin ve General Motors yöneticileri de son zamanlarda yaptıkları yatırımların Trump’ın iktidarından çok daha önce planlanmış yatırımlar olduğunu belirtiyor. Ama Trump yapılan her yeni yatırımı bir tweetle kutlayıp bundan kendisine pay çıkarmayı elbette unutmadı.
Peki ya Çin’le girilen ticaret ve gümrük savaşı? Çin’le girişilen ticaret savaşının en gözle görülen sonuçlarından biri üretimin maalesef Çin’den ABD’ye değil, Çin’den Vietnam’a ve diğer yakın ülkelere kayması oldu. Sanayide üretim Trump zamanında düştü demiyorum. Obama zamanındaki artış olduğu gibi devam etti. ‘2010-2019 arası (ki bu dönem 2008 krizi sonrası toparlanma da demek) yılda ortalama 166 bin sanayi sektörü işi yaratıldı. Yani Trump dönemindeki veriler herhangi bir sıçrama göstermediği gibi, Obama döneminin eğitimde kalifiye eleman eksikliğini gideren politikalarının da şu azıcık yaratılan işte etkili olduğu söyleniyor.
Peki savaş çıkartmamak savaş karşıtlığı mı? Elbette hayır. Trump’ın bir dediği çok doğru. ABD Ortadoğu’daki savaşlara çok para harcadı ve karşılığında birkaç şirketin para kazanması dışında da (Askeri silah endüstrisi ve onun küçük kardeşleri. Askeri üniforma, askerin günlük ihtiyaçları vs.) ABD’ye ne siyasi ne de ekonomik bir getirisi oldu. En son çıkan Afganistan itiraflarında görüldüğü gibi trilyonlar harcandı ama bir arpa yol alınamadığı ortaya çıktı. Zaten Obama döneminde, ‘artık bu işleri nokta atışı İHA ve SİHA'larla halledelim’ siyasetine geçilmişti ki aynı siyaseti Trump da devam ettirdi, hatta arttırdı. Kasım Süleymani en görüneni olmakla birlikte, Trump döneminde sadece 2017 yılında Irak’ta 6 binden fazla sivilin SİHA'larla öldürüldüğünü söylüyor.
Bunun üzerine Venezuela-Bolivya darbeleri ve bu hareketlerin başında Elliot Abrams gibi eski toprak Cumhuriyetçi birinin olması yine ‘Trumpizm denilen bir şey var mı yoksa o bildiğimiz ABD dış politikaları devam mı ediyor’ sorusunu sordurtuyor bana. Elliot Abrams’ın İran Kontra skandalından Irak Savaşı’na uzanan oradan Güney Amerika’ya uzanan özgeçmişine şuradan bakabilirsiniz.
Peki ne kaldı geriye Trumpizm’den? Kaba saba bir dobralık ve ırkçılık. Ben, eğer Trumpizm diye bir şey varsa burada olduğunu düşünüyorum. NPR’da yayınlanan bir söyleşide, Trump’a son anda Cumhuriyetçi olduğu için oy veren bir adam "Bu yeni nesil gençler insanlar da pek hassas be kardeşim" diye mealen özetlenebilecek bir şey söyledi. Buraya döneceğiz.
Trump hem siyahlardan, hem Latinlerden, hem Asyalılardan, hem Müslüman Amerikalılardan hem de LGBTQ topluluklarından aldığı oy oranını bir önceki seçime göre artırdı. Aslında insanları en çok şaşırtan buydu. Öncelikle bu toplulukların hepsinde Biden’ın açık ara önde olduğunu hatırlatmak lazım. Hatta siyahlar ve onların oy vermesi için canını dişine takan yerel örgütler olmasa Biden bu seçimi kazanamazdı. Trump ve Cumhuriyetçi valiler siyahların oy kullanmaması için ellerinden geleni de artlarına koymadılar ki, bu da yeni bir şey değil. Örneğin Florida’da bir suçtan hüküm giymişseniz oy kullanma hakkınızı geri almak için mahkemelerde uzun süre mücadele etmeniz gerekiyor. Siyahların ve demokratların yoğun yaşadığı seçim bölgelerinde (örneğin Houston şehrinin de içinde bulunduğu Harris vilayetinde 2,5 milyon insan yaşamasına rağmen oyunuzu erken atabileceğiniz sadece bir kutunun bulunması gibi) muhaliflerin oy kullanmaması için yapılan numaraların örnekleri epey boldur. Bu bilgilerden başka Trump’ın ‘sadece legal oylar sayılsın’ sözleri bile derinden bir ırkçılık barındırır içinde. Tıpkı sosyal yardım zengini (welfare queen- Reagan’a 1979'da seçim kazandıran iki kelime) veya süper avcı (super predator- Biden’ın 90'larda en çok siyahları etkileyen ceza yasası reformunda siyahlar için kullandığı sözlerden) kavramları gibi.
Peki hangi sözlerin ne kadar ırkçı olduğunu belirleyen kim? Son dört yılda Trump’ın her konuşmasından bir skandal çıkaran, ‘biz aslında böyle bir ülke’ değiliz diye bağıran çağıran ana akım medyası sunucuları en son ne zaman hali vakti yerinde olmayan bir siyaha ‘beyazların siyah yüz maskesiyle partilerde eğlenmesi sizi ne kadar ilgilendiriyor’ diye sordu. Sayısını hatırlayamadığım kadar beyaz ünlü insanın lisede yaptığı bu ‘saçmalık’ sanki dünyanın en kötü şeyiymiş gibi saatlerce televizyonlarda gösterildi (Kanada Başbakanı Justin Trudeau vaktiyle böyle bir şey yaptığı için çıkıp özür diledi). Kentli okumuş insanların kendilerinden utanarak izledikleri bu tür hassasiyetler oy verme davranışlarını pek etkilemiyor ama ana akım medyada epeyce yer buluyor. Bunun yanında siyahların ev sahibi olamaması ve kendilerine miras kalacak herhangi bir şeyin olmaması ise bu tür mikro ırkçılık meselesi kadar asla ilgi görmüyor.
Trump tabii ki ırkçı ve bunun tartışılacak bir tarafının olduğunu sanmıyorum. Beyaz ırkın üstünlüğüne inanıp, Nazi selamı veren insanlara epey sevgi besleyen bir insanın ırkçılığını tartışmaya bile açmam. Ancak ırkçılıkla mücadelenin dil kısmını öne çıkarıp ekonomik kısmını geri planda tutan ana akım medya ve Demokrat Parti de Trump’ın azınlık gruplarından bir önceki seçime oranla daha fazla oy almasında kanımca pay sahibidir.
Bu konunun bir başka boyutu da azınlık grupları yekpare görmek. 40 milyon siyah ve 40 milyon Latin (bu etiket bile beni biraz zorluyor) yurttaşın oy verme güdüleri kendi içinde farklılıklar gösteriyor. Mesela yeni vatandaş olmuş bir Meksikalı veya Guatemalalı ‘aman Teksas petrol sahasındaki işimden olmayayım’ diye yeni Meksikalı göçmenlerin gelmemesini isteyebilir. Veya ‘Zenciler de suç işliyor ama kardeşim’ diyen siyasetçiye, mahallesindeki suç oranı bir türlü düşmeyen teyze ‘ben de bıktım’ saikiyle oy verebilir. İnançlar da burada rol oynuyor. Malum ABD seçimlerinde illa ki kürtaj konusu açılır ve bu son Yüksek Mahkeme atamasından sonra bu konu tekrar gündeme geldi. Latin oylarının önemli bir kısmı ağır Katolik ve kürtaja karşı; dolayısıyla bu da kürtaj meselesini gündeme getiren Trump’a oy vermelerini sağlayabilir. Demokrat yönetimlerin de son 40 yılda bu insanlar için -bir araya koyarsak en alttakiler için- şimdiye dek pek bir şey yapmamış olmasının yanında, Trump’ın siyahlar veya göçmenlerle ilgili ırkçı olarak tanımlanan konuşmalarını bu insanların bir kısmının üzerlerine alınmaması da bir başka konu. Trump hiçbir zaman ‘bütün Meksikalılar Meksikalı oldukları için kötüdür’ demedi. Cümleyi ‘bazı Meksikalılar’ diye kurunca ırkçılığında bence bir azalma olmuyor ama bir kısım Meksikalı konunun kendisiyle ilgili olmadığını düşünüyordur mutlaka.
Ancak tekrarlamakta fayda var: Hem bu kesimler Biden’a daha çok oy verdiler, hem de bu meselelerde aslında Amerikan halkının çoğunluğu (siyah, beyaz, Latin) göründüğünden daha ilerici. Ancak siyaset bir türlü halkın hızına yetişemiyor. Ancak buradaki asıl mesele -sonunda gelebildim asıl meseleye- Trump gibi bir karakter ırkçılığı, köleciliği ve bu konulardaki cahilliği normal ve utanılmayacak bir şey haline getirdi. George Floyd’un öldürülmesinin ardından yaşanan olaylardan sonra ABD'liler yeniden bir tarih okumasına giriştiler. Köleliğin tarihi, beyazların ayrıcalığı ve siyahlarla beyazlar arasındaki servet farkının köklerinin köleci topluma dayandığı ile ilgili metinler projeler artık her yerde. Yaz boyunca devam eden eylemlerin de bu okumaların da seçim sonucuna bir etkisi vardır elbet.
Bütün bunlar olurken bir de sürekli "işçi sınıfı Trump’a oy veriyor, Cumhuriyetçiler işçi sınıfının yeni partisi" gibi biraz kolay genellemeler de dolaşıyor ortalıkta. Her şeyden önce bunu söyleyen insanlar beyaz işçi sınıfından bahsediyorlar. Evet beyaz işçilerin Trump’a daha çok oy verdiği doğru ama siyahlar ve Latinler işçi sınıfı değilmiş gibi yapılan bu kategorizasyon da biraz sorunlu. Peki "hali vakti yerinde olanlar Demokratlara, fakirler Trump’a oy veriyorlar" saptaması doğru mu? Geliri 50 bin doların altında olanların yüzde 42'si Trump’a, yüzde 57'si Biden’a oy vermiş. Geliri 100 bin doların üzerinde olanların ise yüzde 54'ü Trump’a, yüzde 43 Biden’a oy vermiş. Bu veriler New York Times’da yayınlanan bir araştırmadan ve seçimden hemen sonra yapılan bir araştırma. Aynı araştırmada ters bir gösterge de var: "Oyunuzu verirken en önem verdiğiniz konu neydi" sorusuna 'ekonomi' yanıtı verenlerin yüzde 82'si Trump’a oy vermiş. Irksal eşitlik diyenlerin yüzde 91'i de Biden’a. Ekonomik saikle oy verenlerin oranı yüzde 35 iken, ırklar arası eşitlik meselesine birinci derecede önem verenlerin oranı ise yüzde 17.
Trump’a oy verenlerin ortalama gelirinin çoğu eyalette daha yüksek olduğunu gösteren bir başka tablo da şurada.
Bu karmaşık ve çelişen verileri şu seçim sonucuyla bağlayalım: ABD seçimlerinde seçmenler eyalet bazında bazı referandumlarda da oy veriyorlar. Mesela Florida eyaletinde asgari ücretin 15 dolara yükseltilmesi teklifi de oylandı ve Trump bu teklife karşı olmasına ve eyaletin Demokratları da bu teklifi açıktan desteklememelerine rağmen teklif yüzde 60 halk oyuyla geçti. Bu arada Florida’yı Trump yüzde 51'le kazandı. Bu da bize seçmenle ilgili bir şey söylüyor. ‘Millet aç’ diye özetleyebileceğimiz bu duruma bir de veri ekleyeyim de sallamış olmayayım. ABD’de çalışanların yüzde 44'ü Covid-19 öncesi yıllık 18 bin dolar ücret alıyordu. ABD’de kişi başına düşen GSMH ise 62 bin dolar civarında. Bu iki veriden sonra toplam gelirin çoğunun zaten nüfusun yüzde 1'inde toplandığını uzun uzun anlatmaya gerek yok herhalde.
Yani Trump döneminde de gelir dağılımı eşitsizliği arttı, çalışanların hakları törpülendi, velhasıl insanların çoğunluğu için değişen pek bir şey olmadı.
İlk televizyon tartışmalarında Trump daha tartışmanın başında Biden’ı sosyalist politikalar gütmekle suçlamıştı. Senato seçiminin kilitlendiği Georgia eyaletinde seçim reklamlarında Demokrat aday Jon Ossof’un ülkeyi sosyalizme götüreceği, komünist Çin’den para aldığı gibi saçmalıklar da epey vurgulandı. Siyaset evreninde durum böyleyken bireylerde de durum farklı değil. Bahçesini Trump reklamlarıyla doldurmuş komşumuz, arada sırada evinin önüne çıkıp bahçıvanlık yapan işçilere ‘komünistlere oy vermeyin’ diye bağırıyordu geçen hafta. Bir başkası, eğer Biden seçilirse bunun komünizme giden ilk adım olacağından epey endişe ettiğini ve etrafı bu kadar komünistle sarılı olduğu için mahalleden taşınmayı düşündüğünü anlattı uzun uzun. Kendisi ayrıca okullarda çocuğuna bir siyah önünde eğilmesi gerektiğini ve beyazların kötü insanlar olduğunu öğrettikleri için de kaygılıydı.
Aşırı bireyci yetiştirilmiş toplum da elbette değişiyor. Ama her diktatoryal hevesleri olan diğer liderler gibi Trump da onlara özledikleri eski bir yaşamı, yuvayı, nostaljiyi vadetti. Bembeyaz babanın evinde pipo içip gazetesini okurken çocukların yerde oturup televizyon seyrettiği, annenin de henüz dumanı tüten tavuğu masaya getirdiği bir Amerika. Ama o büyük Amerika yok artık… Ama o rüya hâlâ bir pazarlanabilir bir rüya. Bu rüyanın içinde pazarları kiliseye gitmek (kendisini beyaz Hristiyan olarak tanımlayanların yüzde 76'sı Trump’a oy verdi), siyahlarla komşu olmamak, Rusya’ya karşı askeri üstünlük, silahının elinden alınmaması ve hatta Oscar ödülünü bir Kore filminin kazanmaması bile var. Neden pazarlanabildiğinin ise bir cevabı var: Çünkü ellerinde başka bir şey yok. Çünkü onlar büyük şehirlerde okuyacak kadar şanslı olamadılar ve hızla dijitalleşen dünyada kendilerine bir yer bulamadılar.
Aslında her iki parti de bu insanları geride bıraktı ama ana akım medyaya hâkim olan ‘o insanlarla dalga geçme’ trendinin de gün gelip Trump gibi bir popülistle birlikte bozguna uğrayacağı belliydi. Gerçekliğin görünen kısmı bu iken yıllardır süregiden ‘vergileri azaltırsak, iş insanları daha fazla yatırım yapar’ zihniyetinin de gerçeklikte bir karşılığının olmadığını, iş insanlarının o paralarla borsada kendi hisselerini geri almaktan başka bir şey yapmadığını da gördük.
Yukarıda Trump kendi başarısıyla ilgili anlattığı şeylerin o kadar da gerçek olmadığını – zaten gerçek olsa seçimi kazanırdı- Demokratların da kendilerine dert ettikleri politik doğruculuğun insanların çok da umurunda olmadığını ve bu kitlesel fakirleşmede de paylarının olduğunu anlatmaya çalıştım. Ama yine de 70 milyon insan Trump’a oy verdi. Trump anlattığından ziyade sunuş biçimiyle taraftarlarını heyecanlandırdı. O insanlar da bir ‘oluş’ haline geldiler. Tarihte büyük bir anın bir parçası olduklarına inandılar belki de. Evanjelist rahiplerin oylar sayılırken kendisi için nasıl dua etiklerini görmüşsünüzdür. Çünkü Trump onlara Noel’i geri getirdiğini söyledi. Artık Hristiyanlıklarından utanmadan rahat rahat Merry Christmas diyebileceklerini söyledi. Trump da onların neler duymak istediklerini çok iyi biliyordu ve öncelikle karşı tarafın söylediği her şeyin yalan olduğuna ve hakikatin kendisinin elinde olduğuna inandırdı bir kısım Cumhuriyetçiyi. Neyse ki bu tehlikeli gidiş şimdilik durduruldu. Ama Demokratlar hızla karşı tarafı dinlemeye başlamazlarsa bir Trump daha gelebilir elbette. Bu Trump’ın kendisi mi olur veya ondan çok daha karizmatik ve oyunun kurallarını tam da Demokratların istediği gibi oynayan biri mi olur bilinmez ama o 70 milyon insan orada ve bir yere gitmeyecekler.
Sonuç olarak aslında Trump kolay bir hedefti ve büyümeden engellendi. Eğer kurulu düzenin Demokratları insanların ekonomik kaygılarını hafifletecek siyaseti öne çıkaran genç meclis üyelerini (AOC, Tlaib, Bowman vs.) ve muhteşem yerel örgütçüleri dinlememekte ısrar ederler, ‘aman bize sosyalist falan derler’ diye orta yolcu siyaset izlemeye devam ederlerse işimiz zor. Sağa yanaşmaktansa oy vermeyen kesimleri de kendisine çekecek bir başlangıç yapmanın tam sırası. Şahsen o partiden değil, gümbür gümbür gelen gençlikten umutluyum. Bu birinci devreyi zor da olsa bitirdik. Sıra ikinci devrede.
*Yönetmen