Trump’sız dünya daha güzeldir…

Keynes’in o ünlü “uzun dönemde hepimiz ölüyüz” deyişini hatırlayıp kısa dönemin önemini kabul etmek önemli. Biden’ın programı IMF’nin Covid-19 sonrası kendine yönelik eleştirileriyle birlikte düşünülürse, 'küresel kapitalizm yeni bir dönemin eşiğinde mi' sorusuna haklılık kazandırabilir.

Ahmet Haşim Köse yazar@gazeteduvar.com.tr

Kuraldır, hegemonyanın seçimleri merakla izlenir. İzlenir, çünkü hegemonik ülkenin seçimleri yalnızca kendi ülkesi için sonuçlar üretmez, küresel toplum üzerinde çok yönlü etkiler yaratır. Seçim terazisinin bir kefesinde Donald Trump olursa doğal olarak ilgi daha da büyük olur. Öyle de oldu. Tüm dünya uzun süredir ABD seçimlerini izliyor ve bu büyük topluluğun aslında (umudunu yitirmiş işsiziyle, evsiziyle, siyahıyla, göçmeniyle) nasıl içsel parçalanmalar yaşadığına şahitlik ediyor. Uzun süren seçim döneminin hafızalarımızda kalan tortusu, Trump gibi ayarı bozuk doğal bir faşistin seçim sürecinde bu çok katmanlı toplumun çelişkilerini nasıl tetiklediği, nasıl manipüle ettiği olacak.

Biden’ın “zaferiyle” elbette ABD’de henüz hiçbir şey bitmedi. Hatta içerde kaynayan kazan gelecek döneme ilişkin çok daha çetrefilli sorunları içererek fokurdamaya devam ediyor. Amerikan cadı kazanı yeni değildir elbet. Başından sonuna kuzeyi ile güneyiyle, beyazıyla-siyahıyla, McCarthy’ci solcu düşmanlığıyla, Meksika Duvarı gibi yükselen her türden ayrımcılığıyla cadı kazanı kaynamayı sürdürüyor.

Aslına bakarsanız sıradan bir Amerikalıyı tanımlamak oldukça güçtür. Güçtür, çünkü Amerikan toplumu özünde istilacıların oluşturduğu, yağmacı bir zenginlik toplumu düşünün ürünüdür. Farklılıkların “ortak çıkarlar” ile uyuma dönüşeceğini varsayan Amerikan düşüdür bu. Temelini özel çıkar (mülkiyet) ve zenginleşme oluşturur. Ancak adı üstünde bu bir düştür, her büyük krizde örselenir ve “gerçek” Amerikalıyı tanımlamak daha da güçleşir.

Örselendikçe de Amerikan siyasetinde (demokratından cumhuriyetçisine) bu kalabalık toplumu yeniden Amerikalı yapma sloganı olan Önce Amerika (America First) yükselir. Aslında vaat edilen emek ile sermaye arasında yeni bir dengenin kuruluşudur. Amerika’da bu dengenin Ronald Reagan’ın “Amerika’yı Yeniden Büyük Yap” (Make America Great Again) şiarıyla sermayeden yana estiği biliniyor. Aynı çağrının Donald Trump’ın 2016 seçim mitinglerinde yeniden yankılandığını hatırlayalım. Elbette önemli farklarla. Reagan’dan Trump’a uzanan süreçte neoliberalizm Amerikan ekonomisini deyim yerindeyse darmadağın etmiş, Amerikan sanayisi çökmüştür. Amerikan sermayesinin kâr önceliği Amerikan toplumunun “ortak düşünü” neredeyse yok etmiş, bu “zenginlik” toplumunun geniş kitlelerini işsizlik ve yoksulluğa mahkûm etmiştir. Economic Policy Institute’nin paylaştığı verilere göre yalnızca 1997-2018 yılları arasında 91 bin imalat sanayi işyeri kapanmış ve çoğu vasıflı 5 milyon sanayi işçisi işsiz kalmıştır (1).

Trump’ı iktidara taşıyan da onu iktidardan uzaklaştıran da rengi, anavatanı ya da cinsiyeti ne olursa olsun kaybedenler (emekçi sınıflar) oldu. Trump’ı zafere taşıyan mavi yakalılar patlaması (blue-collar boom), Covid-19 ile birlikte 740 bin imalat sanayi çalışanının işini kaybetmesi sonucu çöktü (2). Bu kayıpların en belirgin olduğu yerlerin, Joe Biden’ın seçimi kazandığı Pennsylvania, Michigan, Illinois, Wisconsin gibi ABD’nin geleneksel sanayinin çöktüğü, “pas kuşağı” (rust belt) olarak anılan eyaletler olduğu unutulmamalı (3).

Trump’ın Amerikan düşünden geriye borsa patlaması (stock market boom) kaldı. Bu patlamanın en korkunç olanı ise Covid-19 salgını süresinde gerçekleşti. 200 bin kişinin hayatını kaybettiği, yaklaşık 8 milyon kişinin hastalandığı, 20 milyonu aşkın insanın işini kaybettiği bu dönemde, Amerikan milyonerinin net serveti 1 trilyon dolar artarak nüfusun en alt katmanında yer alan 166 milyon Amerikalının servetinin yaklaşık iki katı olan 3,8 trilyon dolara yükseldi. Böylelikle aslında uzunca süredir can çekişen ortak Amerikan düşü Trump ile birlikte tarihe gömülmüş oldu.

Gelinen durumda demokratıyla, cumhuriyetçisiyle ABD hegemonyası derin bir kriz içinde boğuşuyor ve elbette Joe Biden ile bu krizin aşılıp aşılamayacağı muğlaklığını koruyor. Biden’ın “Tüm Amerika’da Üretilmiş” (Made in All of America) sloganıyla “pas kuşağı” gibi Amerika’nın kaybeden tüm bölgelerini kapsayan bir üretim ve tüketim ağını kurmayı hedefliyor. Biden ve kadrosu bu devasa ekonominin çarklarının dönmediğini, sanayi gücünü yitiren Amerika’nın “orta sınıf düşünü” gerçekleştiremeyeceğini biliyor. Bu nedenle iktisat programlarında Amerikan sanayinin toparlanması, yerli üretimin teşvik edilmesi, ticaret açıklarının dengelenmesi, kamu yatırımlarının artırılması, kent planlaması, konut, sağlık ve eğitim sisteminin güçlendirilmesi, temiz enerji kullanımı gibi alanlara öncelik verilmiş görünüyor.

Seçim dönemi boyunca kısa ve uzun dönemli programlarının asıl amacının, üretim ve istihdamda kalıcı artış ve gelir dağılımının düzeltilmesi olduğunu öne çıkardılar. Minimum ücretler, fazla mesai ödemeleri, sendikal örgütlenme ve toplu sözleşme haklarının güçlendirilmesi Biden’ın programında belirgin şekilde yer alıyor. Cumhuriyetçilerden en önemli farkları devletin aktif yönlendirici rolü ve maliye programına verilen önceliklerde ortaya çıkıyor. Programın merkezinde ise kamu harcamalarının artırılması yer alıyor. Biden’ın iktisat programı zaten 3,3 trilyon dolara eriştiği tahmin edilen federal bütçe açığını gelecek on yıl içinde 5,4 trilyon dolara çıkarılmasını öngörüyor (4).

Vergi politikasının öncelikleri ise Trump’ın en üst gelir grupları ve şirketler lehine yaptığı düzenlemeleri geri almak üzerine şekilleniyor. Bu amaçla üst gelir dilimlerinden alınan vergi oranlarının tekrar eski seviyesine çekilmesi, kurumlar vergisinin artırılması, varlıklar üzerinden elde edilen sermaye kazançlarına uygulanan vergi oranlarının yükseltilmesi, ABD dışında üretimde bulunan çok uluslu şirket gelirlerinin vergilendirilmesi, bağışlar üzerinden yapılan vergi iadelerinin düzenlenerek vergi kaçaklarının engellenmesi, vergi cennetlerine kaçan sermayenin denetlenmesi gibi bir dizi önlem, programında yer alıyor.

Sorun ve içeride süren tartışma ise vergi gelirlerindeki artışlarla karşılanamayan bütçe açıklarının nasıl kapatılacağı üzerine yoğunlaşıyor. Henüz hayata geçmemiş bir program için bu sorunun yanıtını vermek elbette mümkün değil. Yine de Biden’ın iktisat grubunda yer alanların düşüncelerinden kimi ipuçlarını türetmek mümkün. Bu grubun içinde Biden’ın yanında Obama yönetiminden beri yer alan, ilerici ama bir o kadar ihtiyatlı Jared Bernstein, Ben Harris, Heather Boushey gibi iktisatçılar öne çıkıyor. Bu kişilerin görüşlerinin uygulamaya konacak olan iktisat programı üzerinde ne derece etkili olacağı henüz belirsiz; ama bazı düşüncelerinin programın yapısı üzerinde etkili olacağını düşünmek elbette yanlış olmaz.

Bu açıdan özellikle Jared Bernstein’ın Amerika’da Modern Miktar Teorisinin (MMT) kurucularından kabul edilen Bill Mitchell yaptığı kamuya açık diyalog ilginç ipuçları taşıyor (5). MMT’yi Amerika’da 1990’lı yılların sonunda ortaya çıkan ve teorik argümanları temel olarak Keynes, Lerner, Minsky geleneğine uzanan post-Keynesyen iktisat düşüncesi olarak tanımlamak mümkün (6). L. Randall Wray gibi yaklaşımın öncüleri “ 'dalgalı döviz kur rejiminin' varlığında parasal otonomisi olan (güçlü paraya sahip) ABD gibi ekonomilerin genişletici maliye politikaları uygulayabilecekleri" görüşleriyle biliniyorlar ve bu tür ekonomilerin kamu borçlanmasından korkmamaları gerektiğini, çünkü bu ekonomilerin batmalarının mümkün olmadığını savunuyorlar. Kamu kesimi için dengeleme mekanizması ortodoks görüşün tam aksine “önce harca sonra vergi olarak topla” şeklinde tanımlanıyor (7).

Biden’ın grubunda yer alan Jared Bernstein gibi iktisatçılar MMT görüşlerine yakınlık duysalar da yine de ihtiyatı elden bırakmıyorlar. Jared Bernstein'ın "ekonomi tam istihdamın altındayken benim görüşümle MMT’nin bütçe açığı verme ihtiyacı arasında bir fark yok; böylesi bir durumda genişletici maliye politikasını desteklemek ilerici bir tutumdur" tespiti bunun kanıtı niteliğinde. Ancak ihtiyatlı Bernstein uzun dönemde genişletici maliye politikasının enflasyon sonuçlarından ürküyor ve merkez bankasını bu konuda tek yetkili kurum olarak düşünüyor. Yani Bernstein’i kısa dönem için Keynesci, uzun dönem içinse neoklasik bir tutum sergiliyor. Bernstein'ın bu ikilemi, Biden’ın programının sola mı (emekçi sınıflara mı) merkeze mi (sermayeye mi) kayacağı konusundaki şüphelere ışık tutuyor.

Yine de Keynes’in o ünlü “uzun dönemde hepimiz ölüyüz” deyişini hatırlayıp kısa dönemin önemini kabul etmek önemli. Biden’ın programı IMF’nin Covid-19 sonrası kendine yönelik eleştirileriyle birlikte düşünülürse, 'küresel kapitalizm yeni bir dönemin eşiğinde mi' sorusuna haklılık kazandırabilir. Doğrusu ben, izleyen süreci ne Amerika ne de dünya için neoliberal politikaların sonu olarak görmüyorum. Henüz erken ama taşlar yerinden oynuyor, kazan kaynıyor.

Hiç değilse şu dünyadan Trump gibi bir despotun gidişine tanıklık ediyoruz. Darısı diğerlerinin başına…

1- Aynı enstitü 2001-2018 yılları arasında Çin ile olan ticaret nedeniyle 2,8 milyonu imalat sanayinde olan 3,7 milyon kişinin işsiz kaldığını rapor etmektedir.

2- Trump’ın ilk iki yılında imalat sanayi istihdamında 500 bin kişiye varan bir genişleme oldu. Bu kısmi iyileşme aslında Obama döneminden beri yavaş yavaş süren toparlanmanın bir devamı niteliğindeydi. Nitekim, 2010-2019 yılları arasında imalat sanayi istihdamının yıllık ortalama 160 bin kişi arttığı çeşitli kaynaklarca hesaplanmaktadır.

3- 2016 yılında Illinois dışındaki tüm bu eyaletlerde seçimi cumhuriyetçilerin kazandığı hatırlanacak olunursa mavi yakalı “patlamasının” Trump açısından bir çöküşle sonlandığı anlaşılacaktır.

4- Biden’ın iktisat programı için bkz:

https://joebiden.com/two-tax-policies/

https://joebiden.com/empowerworkers/

https://www.housingwire.com/articles/a-whos-who-of-biden-economic-advisors/

5- Bu diyalog için bkz: http://bilbo.economicoutlook.net/blog/?p=37751 ve https://jaredbernsteinblog.com/questions-for-the-mmters/

6- MMT, 2008 krizinden sonra ise zaten çürümüş olan ortodoks politika önermeleri karşısında ABD’nin tutucu akademik çevrelerinde dar da olsa ilgi uyandırdı; kamu alanında duyulması ise Beenie Sanders’in 2016 adaylık sürecinde önerdiği Yeni Yeşil Anlaşma (New Green Deal) programıyla gerçekleşti.

7- Yaklaşımın kamu açıklarıyla para politikası arasında kurduğu ilişki Abba Lerner’ın fonksiyonel maliye görüşüne dayanmaktadır. Bu yaklaşımda ortodoks maliye politikasının kısıtlayıcı kuralı olan denk bütçe yerini genişletici refah amaçlı bütçe programına bırakmaktadır. Geniş anlamda para, kamu otoritesi tarafından sosyal borç yükümlülüklerini düzenlemek üzere tanımlanan bir hesap birimidir. Borç ilişkisi toplum ile devlet arasında vergi yükümlülüğü biçiminde ortaya çıkan bir denklik ilişkisidir. İşsizlik sorunu devletin yalnızca durgunluk dönemlerinde ilgilenmek durumunda kaldığı bir sorun olmayıp, kamu otoritesinin her zaman ilgilenmekle yükümlü olduğu görevdir. İlgili okuyucu Abba Lerner’in fonksiyonel maliye teorisi ve para hakkındaki düşünceleri için Zeliha Göker’in şu çalışmasına bakabilir.

Tüm yazılarını göster