‘Tsundoku Sensei’nin kitaplarla imtihanı: Kaç kitap çok kitaptır?
Japonlar “tsundoku” demiş. Kitapları alıp alıp okumadan üst üste yığmak; “bir ara okurum” diye ummak. Kimileri bunu lafı hiç dolaştırmadan “istifçilik” olarak adlandırıyor. “Kitaplardan kurtulabileceğinizi sanmayın” diyen Umberto Eco bile her bir kitabın sadece rafta durmasının neye mal olduğunu hesaplamış. Sahiden hayat dijitalleşiyorken kitaplardan neden kurtulamıyoruz? Daha önemlisi: Kurtulalım mı?
1.
Kaç kitap çok kitaptır? Okumak için değil evde tutmak için soruyorum:
Öznel bir soru olduğunu biliyorum. Cevap, herkese göre değişir. Beş bine on bine az diyen insanlar tanıdım. Evinde sadece beş on kitap bulunduran okurlar da… “Bu devirde ne kitabı ne kitaplığı canım, bundan sonra her şey elektronik” diyenler de var. Onlara hiç katılmıyorum ama neticede devir de değişiyor, farkındayım. Üstelik el mecbur, epey elektronik kitabım da var.
Bu sorunun cevabı insanın kendi dönemlerine göre de değişiyor. Kitaplarından hiç ayrılamayan, evi duvardan duvara kitaplık olanlara, bu soruyu bir de yeni bir eve taşındıktan hemen sonra sorun… Fazla kitapla taşınmak dünyanın en çileli işlerinden biridir. Kitap kolisinden ağır koli var mı? Tasnif etmesi, yerleştirmesi de zahmetlidir. Kitap sevgisi size bel ağrısı olarak dönebilir.
Yine de dolar raflar; kitaplar bir şekilde dizilir, o “bir şekiller” değişir değişir değişir….
2.
Ama sahiden: Kaç kitap çok kitaptır? Bir fikir edinmek için soruyorum.
“Bin kitaptan sonrası ziyan” diyenlervar. Fazlasına “istifçilik” diye bakıyorlar. Bunu illa negatif manada almayın; istifçi sıfatını bir gurur nişanı gibi taşıyanlar da çok.
Bana kalırsa 1000 gerçekten işlevsel bir sayı. Büyücek bir kitaplık ite kaka bin kitap alıyor. Büyük derken, söz konusu kitaplığın ortalama bir salonun bir duvarını kaplamasını hesap ederek söylüyorum. Zaten bu durumda, o salonun hâkim mobilyası da işte o kitaplık oluyor. Yani evinizde bin kitap varsa ve eviniz çok da büyük değilse kitaplar evin baş köşesine kuruluyor.
1000 kitaptan sonrası için başka kitaplıklar gerekiyor. Başka raflar… Aksi takdirde koliler başlıyor; alakalı alakasız yerlere, pencere pervazlarına, kapı arkalarına, doğrudan çalışma masasının üstüne dizilmiş ya da yığılmış kitaplar başlıyor.
İşte buna “istifçilik” diyebiliriz sanırım. İngilizce yayınlarda “book hoarding” deniyor. Bizde bu sözü “istif” karşılıyor. Fena bir karşılık sayılmaz. Dil Derneği sözlüğüne göre, istif, “üst üste eşya konularak yapılan düzgün yığın” demek. Bir diğer anlamı da “stok”. İkisi de üç aşağı beş yukarı, kitap fazlalığını doğrudan anlatıyor.
O halde şunu söyleyebiliriz: Kitaplaınız kitaplığınızdan taşıyorsa, sağda solda yığılıyorsa, kolilerde bekliyorsa siz de bir istifçisiniz. Benim gibi! Bunun sınırının bin kitap olmasına gerek yok. Üç bin de olur üç yüz de. Ama tabii ne kadar çok olursa, istifçiliğinizin boyutu da o kadar artıyor.
Ayrıca, kitap çok fazla olunca maliyet de artıyor.
Maliyet hesabında, büyük koleksiyoner ve bir yandan da büyük istifçi, müteveffa İtalyan yazar Umberto Eco’ya kulak vermeliyiz. Kendisi gibi büyük bir kitapsever olan Fransız entelektüel J.-C. Carrière ile yaptığı güzel sohbetin kitabı “Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın”da binlerce kitaba sahip olmanın nasıl ciddi bir maliyeti olduğunu şöyle anlatıyor:
“Bu konuda bir hesap yaptım ama üstünden biraz vakit geçti. Güncellemek lazım. Milano’daki bir dairenin metrekare fiyatını göz önünde bulundurdum, bu daire ne tarihî merkezde (çok pahalı) ne de işçi mahallelerinde olacaktı. O zaman, bir ölçüde burjuva saygınlığına sahip bir konut için metrekaresine 6000 avro ödemem gerektiği fikrine alışmalıydım, yani elli metrekarelik bir yüzölçümü için 300.000 avro. Kapıların, pencerelerin yerini ve dairenin ‘düşey’ diyebileceğimiz alanını kaçınılmaz olarak kemirecek öbür unsurların, bir başka deyişle kitap raflarının konmasına elverişli duvarların yerini bu hesaptan düşecek olursam, olsa olsa yirmi beş metrekareyi dikkate alabilirdim gerçekte. Demek ki, düşey bir metrekare bana 12.000 avroya mal oluyordu. Altı raflı, en ekonomik olanından bir kütüphane için en düşük fiyatı hesaplayınca, metrekare başına 500 avro yapıyordu. Bir metrekareden altı rafa, yaklaşık üç yüz kitap yerleştirebilirdim şüphesiz: Demek ki her kitabın yeri 40 avroya geliyordu. Yani fiyatından daha pahalıya. Sonuç olarak, bana gönderilen her kitap için, gönderen içine aynı tutarda bir çek yazıp koymalıydı. Daha büyük boyda bir sanat kitabı için, çok daha fazlasını hesaplamak gerekiyordu.”(Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın, Umberto Eco - J.-C. Carrière, Can Yayınları, Çeviri: Sosi Dolanoğlu)
Eco haklı, istifçilik pahalıdır.
3.
Kitaplarımızın evde -hem de bu devirde- sağdan soldan fışkırmasının istifçi olduğumuza işaret ettiğine ikna olduysak ya da bunu samimiyetle kabul ettiysek gelin bir de neden böyle olduğumuzu düşünelim.
Sahi neden? Eh, şüphesiz kitapları seviyoruz. Ama sevgiye gelmeden sorgulayacak bir iki şey var.
İlk meseleyi ortaya Japonlar koymuş zaten. Tsundoku. İzi 19’uncu yüzyılın sonlarına dek sürülebilen bu sözcük, kitap satın alıp okumadan evde istiflemeyi anlatmayayarıyor. “Doku”nun karşılığı “okumak”, “tsun”un türediği “tsumu”ninki ise “istiflemek”... Japonlar nokta atış yapmış; üstelik bunu alay konusu haline de getirmişler. Örneğin 1879 tarihli bir Japonca metinde “tsundoku sensei” tabirine rastlanıyor; çokça kitaba sahip olan ama onları hiç okumayan bir öğretmenle inceden dalga geçilmiş. Fena değil; birçoğumuz bu anlamda bir tür “tsundoku sensei”yiz. Kendi adıma ben bu sözü üstüme alabilirim. “İleride muhakkak okuyacağım” dediğim birçok kitabın üstüne yatmışım, bekliyor ha bekliyorum.
Tsundoku deyince, belki Japonca’da aşina olduğumuz sözlerin etkisiyle, insan bunu bir tür sanatmış gibi düşünüyor. Origami, ikebana, tsundoku… Evde kitapları dizmenin, o güzelim kapaklara bakarak iç çekmenin, doğru anı beklemenin bir sanat olduğunu doğrusu ben de yadsımayacağım. Kendimizi böyle avutabiliriz. Bir tür sanat icra ediyoruz. Hem Japonya sadece minimalizm demek değildir… Bir yandan fazlalılığın da ülkesidir Japonya. Miyazaki filmlerindeki fazla fazla objelerin, hatta ağzına dek dolu kitaplıkların estetiğini düşünün. Evet, kitapların fazlalığı da güzeldir; insana türlü esinler verir.
Kitaplarla dolu bir duvar, her halükârda boş duvardan daha estetiktir.
4.
İstifçiliğe giden yolda tsundokudan başka bir mesele daha var. Japonlar ona isim koymamış. Her tür hisse bir isim koymakla ünlü Almanlar da koymamış. Belki bizler koyarız. Bu mesele, kitaplarla vedalaşamamak.
Okuduğumuz kitapları elimizden çıkartamıyoruz. Onları bir türlü ardımızda bırakamıyoruz. Eskiler durdukça, yeni kitaplar geldikçe, istifçiliğe ister istemez hız veriyoruz. Herkes adına konuşmak istemem ama çoğunluğun böyle olduğunu biliyorum; ben de böyleyim. Böyle olmak istemiyorum ama böyleyim.
Okuduk, beğendik, az beğendik, çok beğendik ya sonra? Kitaplığımızda neden duruyor bu kitaplar? Ben hep “geri dönerim” diye düşünüyorum. Dönüyor muyuz? Ne kadar dönüyoruz? Ne kadar dönebiliriz?
Bunları kitaplarını paylaşmayı seven, paylaşmaktan gocunmayan biri olarak söylüyorum. Evime gelen biri istediği kitabı alıp götürebilir, yeter ki sevsin. Ama kendim birilerine vermekte, evden, elden çıkarmakta, arada bir yapmakla beraber, hep zorlanıyorum.
5.
Çünkü düpedüz seviyorum kitapları… Nasıl atayım? Onlardan nasıl kurtulayım?
Bazılarını zaten istesem de atamam. Referans kitapları… Ara ara sahiden işim düşüyor, geri dönüyor. Kimileri imzalı. Kimileri tsundoku belası…
Geriye kalanların hepsi zamanda yolculuk telaşı…
Mesele zaten hep bu değil mi? Birçoğunun anısı var. Hepsi birer zaman makinesi. Kokular, şarkılar, görüntüler gibi sizi alıp hayatınızın belli bir dönemine götürüyorlar. Sırf varlıkları, orada, kitaplığınızda durmaları buna yetiyor. Bir de kapağını kaldırıp yeniden okumaya başladığınızda, sizi götürdükleri zamanı büküyorlar, esnetiyorlar, genişletiyorlar; şimdiyi, şimdiki sizi de içlerine alıveriyorlar.
“Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın”dan bahsetmiştim. Bakın Umberto Eco ne diyor orada?“Söylemiştim, [kitaplar] tek kişilik bir günahtır. Esrarengiz sebeplerden dolayı bir kitaba duyabileceğimiz bağlılığın, onun değeriyle hiçbir ilgisi yoktur. Çok bağlı olduğum kitaplar var ama ticari değerleri pek büyük değil.”
Bunlar da Eco ile söyleşen Fransız yazar ve sinemacı J.-C. Carrière’in sözleri:“Suçumuzu haklı göstermek için şunu söyleyeyim: Orijinal kitapla neredeyse bir insan gibi ilişki kurabilirsiniz. Bir kütüphane, bir arkadaş topluluğu, yaşayan arkadaşlardan, bireylerden oluşan bir grup gibidir. Kendinizi biraz yalnız, biraz çökmüş hissettiğinizde, onlara başvurabilirsiniz. Oradadırlar. Hem arada sırada kazı çalışmaları yapar, orada olduğunu unuttuğum gizli şeyleri keşfederim.”
İşte biz “tsundoku sensei”leri, pervasız istifçiler, kendimizi böyle ikna etmeyi de biliriz.
Ama hafiflemeyi de bilmek lazım.
*
KİTAP ÖNERİSİ
Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın - Umberto Eco, J.-C. Carrière
Bu kitap, geri dönmekten asla bıkmadığım kitaplar listemin gediklisi. Kitapları “fazla” seven iki entelektüelin tatlı sohbeti. Koleksiyonculuktan girip istifçilikten çıkıyorlar. Söyleşiyi yöneten Jean-Philippe de Tonnac’ın da hakkını vermeli; ortaya güzel bir eser çıkmasına ciddi anlamda yardımcı olmuş. Can Yayınları’nın ilginç serisi “Kırkmerak”tan çıkmıştı. “Tükenmiş” görünüyor; siz bulduğunuz yerde alın ya da Can Yayınları’na ısrarla baskı yapın!