Hayat görecelidir. Nevşehir yöresinde iki gün geçirdikten sonra Aksaray istikametinden gelip akşam ışıklarıyla Ankara’ya girince daha iyi anlıyorsun bunu. Hayat müthiş göreceli. Buradan bakarsan simsiyah görünen oradan bakarsan neredeyse pembe olabiliyor. Mutlu yaşam şarlatanlarının söyleye söyleye dillerinde tüy bitmişti ama anlayamamışız. Hiçbir şeyi değiştiremiyoruz madem, o halde bakış açımızı değiştirebiliriz. Hatta “bakmayış açımızı” da değiştirebiliriz; oradan da bakmayız, buradan da bakmayız. Baktık diye üzerine para mı veriyorlar? Vermiyorlar. Önümüze bakarız o zaman.
Neyse işte, tarif ettiğim yönden gelerek, Angara ışıklarına dalış yaptı otobüsümüz…
Angara nasıl renkliydi anlatamam size; ışıl ışıl. Hafif gözlerini kısarak bakınca Melih Başgan’dan kalma allı morlu ışık pörtlemeleri bile insana neredeyse muhteşem geliyordu. Gölbaşı’ndan sonra hele, otobüsün kıvrıldığı bulvarların her biri sanırdın ki Şanzelize… Oysa Ankara’dan gündüz gözüyle Şereflikoçhisar istikametine giderken hiç de böyle değildi: “Yüreğini İç Anadolu gasveti basası Angara gibi seni” diye diye arkamıza bakmadan terki diyar eylemiştik naletin dibini. Sen misin Angara’nın taşına, gözlerinin yaşına nankörlük eden, kış grisinin elli tonunu kuşanmış Nevşehir yöresinde iki gün geçirdikten sonra kasvet nedir anladık…
O civarlarda -reklam olmasın diye gerçek adını yazmak yerine- “two sisters otel” olarak bahsedeceğim bir otelde kaldık. Allah sizi inandırsın John Dickson Carr bu otelde bir hafta kalsa beş ciltlik “kapalı oda cinayeti” yazardı. Otelin bazı dimdik merdivenleri gide gide dosdoğru taş bir tavanda nihayet buluyordu! Labirentrak geçitlerle dolu bir otel. Fakat lobiden odanıza giden yolu en nihayet öğrenince, başka da bir huzursuzluk mevzuu kalmıyordu. Allah için egzotik ve güzel bir yerdi yani.
Orası öyle. Fakat Nevşehir, perili bacalı lokasyonlarına karşıdan bakarak iç geçirip, gezme fırsatı da hiç bulamayınca, kışın pek çekilesi değil. Çekse çekse Nuri Bilge Ceylan çeker ki bu konuda elinden gelenin en güzelini yaptı biliyorsunuz. Biz ise bir labirentte kısılıp kaldığımızdan, Ankara’ya dönüş iyi geldi sanırım. Yoksa bir “dünya harikasına” ev sahipliği yapan bir bölgeden dönüyor olduğumuzun tamamen farkındayım.
Bunları düşünürken, acaba dedim, birkaç günlüğüne denize kıyısı neyim bulunmayan bir kara ülkesi biçiminde tanıtılan Burkina Faso’ya felan gidebilsem, döndüğümde Türkiye de bana şööle ışıl ışıl, şipşirin bir Monaco Prensliği gibi görünmez miydi? Hayır gidip gördüğümden değil ama Monaco sonuçta, tabii ki ışıl ışıl olacak, başka çaresi mi var? Aksi takdirde Güney Fransa’nın virajlı yollarında kıyın kıyın yürürken ayağınıza takılıp Akdeniz’i boylatır vallahi. Monaco’dan geçtiğinizi fark bile edemezsiniz. Ne diyorduk Burkina Faso dönüşü, devlet büyüklerimizin her biri de neredeyse rahmetli Prens Rainier gibi ağızlarından bal damlayan, gracefulness’den anlayan nezih birer kişilik gibi görünmez miydi? Biraz içimiz açılmaz mıydı, hıı? Ne dersiniz? Yok mu öyle bir ihtimal?
Döndüm dolaştım ve kısa vadede kendi dünyalarımıza ters köşelerden giriş yapmaktan ve bir nebze olsun havamızı değiştirmekten başka bir çare bulamadım, görüyorsunuz işte. İçimiz şişti şişti kaldı anacım ya…
Bir de şu TTB olayına gireyim diyordum tam da bugün. Arkaaş bu nedir ya? Bir meslek örgütünün meslekleriyle göbekten ilgili bir mevzuda, savaş mevzuunda yaptığı ve her bir satırı özenle düşünülmüş bir açıklama yüzünden ortalık yıkılıp geçildi re’sen... Hayır hayır hayır resmen de değil, Reis’en de değil, lütfen çarpıtmayın, “re’sen yıkıldı” dedim… Yani ortalık “kendiliğinden” yıkıldı. Oysa TTB eski başkanı Gençay Gürsoy’un dediği gibi: "Türk Tabipleri Birliği kurulduğundan beri dünyadaki benzer örgütlere paralel olarak yaşamı, barışı, demokrasiyi, insan haklarını savunan bir meslek örgütüdür. Bu son gözaltı kararıyla ilgili açıklama ise neredeyse 200 senelik uluslararası metindir. Bu meslekle ilgili Dünya Tabipler Birliği’nin de ajandasında olan, onun da metinlerinden biridir. İfade ettiği tek şey, savaşın bir halk sağlığı sorunu olduğu meselesidir."
Bu sözlere ne diyeceksiniz bakalım? Haydi barış akademisyenlerinin metnini beğenmemiştiniz, eleştiri öyle olmaz böyle olur demiştiniz, bu metinde ne vardı peki? O kızılca kıyametler şimdi nereden kopuyordu?
Henüz beş dakika önce yazdığım “bakmak ya da bakmamak” konulu yukarıdaki cümlelerden bi ders alayım en iyisi de, TTB olayına gireceğime tbt olayına gireyim. Behemehal biliyorsunuz, bugün perşembe. Throwback Thursday: Perşembe nostaljisi. Perşembeleri geçmişe dönüş, eski resimlere, anılara dönüş… Instagramcılar yapıyor bunu daha çok. Biz de yazıya uyarlayalım o zaman. Geçmişe bakalım; bugüne fazla dikkatli bakamıyoruz, gözlerimiz de hayatlarımız da yanıyor bakınca. Anladık. Geçmişe bakalım o zaman.
Ne demiş üstat John Steinbeck, “Bir insan kapana kısılmışsa ve seçme şansı yoksa, kapanın içini dekore etmeye girişir.” Maksat “Tatlı Perşembe”ler olsun.
Giriştim ben de. Bir tbt aradım. Uzunca bir zaman önce bir vesileyle, bir yerde şöyle şeyler söylemişim:
“Erkek kültürü ve erkek siyaseti büyük laflarla örülü bir kültür ve siyaset anlayışıdır: intikam, ihanet, yemin, namus, şeref, dik durmak, ‘biz’ ve ‘onlar’ gibi büyük laflar… Unutmak, bağışlamak, arkada bırakmak, hakkını teslim etmek yoktur; yanlış yapmışım demek yoktur bu anlayışta. Eğriye eğri, doğruya doğru demek de çoğunlukla yoktur. Oysa kadınlar hayatta var olabilmek için sürekli kendilerini yeniden konumlandırmak, dogmalardan, kırmızı çizgilerden, değişmez büyük laflardan değil -ki bunların hiçbiri kadınların yardımına koşan olgular da değildir zaten- bağlamlardan, mekanlardan, erkek aklının her gün karşılarına çıkardığı büyük engeller yüzünden yeniden ve yeniden kurulması gereken bir kadın dilinden güç almak zorundadır. Kendini koruyabilmek için kendisine hangi yanlışın yapıldığını anlamak kadar, nerede yanlış yaptığını da durup düşünmek zorundadır kadınlar.”
İşte biz de “two sisters otel”de Uçan Süpürge’nin buluşturduğu kadınlar olarak, iki gün boyunca, kadınları, kadın hareketini, kadınların örgütlenme deneyimlerini ve yeni imkanları geçmiş ve gelecek ekseninde konuştuk. Kendi adıma, yapılan bütün konuşmalardan çok yararlandım. Baktığımız ve konuştuğumuz konular kadar toplantının farklı bir gündeminin olması nedeniyle o gün bakmadığımız ve yeterince konuşmadığımız yerlerden de öğreneceğimiz çok şey vardı.
Türkiye’de yüz yüze olduğumuz tehditler ve risk ortamında, savaş karşıtı bir dilin tabandan yükselebilmesi için kadın mücadelesinin ve kadın örgütlerinin –dünyanın her yerindeki kız kardeşlerimizle birlikte- bu dile ses vermesi ve sahiplenmesi çok önemli diye düşündüm...
Kazanımlarımız birer birer elden gitmesin, başımıza yeni yeni taş tavanlar döşenmesin diye…