Tufan Afşar: Olanaksızlıklar pratik zekâyı ortaya çıkarıyor
Oyuncu ve yönetmen Tufan Afşar'ın Henrik Ibsen'in oyunundan uyarlayarak yönettiği "Halk Düşmanı" oyunu Tiyatro Nok tarafından sahneleniyor. "Ödeneksiz tiyatro günümüz ekonomik koşullarında zorlayan bir şey" diyen Afşar ile "Halk Düşmanı" oyununu, alternatif tiyatro ve ödeneksiz tiyatroyu konuştuk.
DUVAR - Henrik Ibsen’in oynandığında en çok ses getiren eserlerinden biri olan “Bir Halk Düşmanı” Tufan Afşar'ın uyarlaması ve rejisiyle günümüze geliyor. Ibsen’den bu yana güç, siyaset, demokrasi, para, kapitalizm, medya ve iktidar-muhalefet kavramlarının ne kadar ilerlediğini ya da belki de hep aynı yerde durduğu tartışılıyor Halk Düşmanı’nda. Doğru, ne zaman doğrudur? Kaç kişi desteklerse doğru, doğru olur?
Tufan Afşar, eğitimini Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü’nde aldı. Tiyatro Tarihi ve Teorisi okurken, bir yandan da oyunculuk yapmaya başlayan Afşar, ilk olarak Tiyatro 1112 Garaj isimli tiyatroda oynamaya başlar. Yolu İstanbul’a düşmeye başladıktan sonra kendi kurduğu Tiyatro Nok’ta oyunculuk ve yönetmenliğe devam ederken, bir yandan da başka tiyatrolarda aktif olarak çalışan Afşar’la, alternatif tiyatro kavramını, ödeneksiz tiyatro yapmanın zorluklarını ve Halk Düşmanı’nı konuştuk.
“Tiyatro Nok” isimli tiyatro grubu nasıl ortaya çıktı?
İstanbul’a 2016 yazında taşındım ve hemen yüksek lisansa başladım. Bu arada bazı tiyatroların seçmelerine girdim, reklam ve dizi görüşmelerine gittim derken, hiçbiri olmadı. Sadece derslere devam ettim tabii. Sonra bir gün dedim ki “yeter be, birilerinin beni tercih etmesini mi bekleyeceğim” ve kendi tiyatromu kurmaya karar verdim. Zaten hem amatör tiyatro, hem profesyonel tiyatro, hem de okulun verdiği deneyimle, biraz da sıkılmışlığın getirdiği cesaretle giriştim işe. Ankara’daki son sezonumda yönetip oynadığım, yeni yazılmış tek kişilik bir oyunum vardı, 2017’nin Nisan ayında onu oynayarak Nok’un serüvenine başladım. Sonra çok güzel insanlarla, çok güzel işler yaparak büyümeye başladık.
Ödeneksiz tiyatro yaparken ne gibi zorluklarla karşılaşıyorsunuz?
Ödenek. Tabii ödeneksiz tiyatro zorlayan bir şey, hele ki günümüz ekonomik koşullarında. Elinizdeki kısıtlı olanaklarla bir yaratımda bulunmaya çalışıyorsunuz. Çünkü sadece sahne üstüne ait giderleri yok, prova zamanlarının giderleri zaten işin yorucu ve maliyetli kısmı oluyor. Bir yandan sanatsal yaratım ile uğraşırken, diğer tarafta da bunlarla uğraşmak insanı dağıtıyor ve fazlasıyla yoruyor. Bu zaman içinde yeterli olanağınız olmayınca da bu sefer sahne üstü için kurduğunuz hayalleri kısıtlamaya başlıyorsunuz. Tabii şu da bir gerçek, olanaksızlıklar başka bir yaratıcılığı, pratik zekâyı ortaya çıkartıyor çünkü en az çıktı ile en çok faydayı hedefliyorsunuz. Prova yeri, salon kiraları, kostüm, dekor, harcamalar derken, aslında ödeneksiz tiyatrolarda her şey ekiplerin özverisiyle ortaya çıkıyor. Herkes bir şeyleri bekletiyor, görmezden geliyor, elini taşın altına koyuyor. Bu maddi zorluklar ancak ve ancak bir arada, yapılan işi sahiplenerek aşılabiliyor. Bunun içinde tabii mesleki profesyonellik kriterlerinin göz ardı edilmemesi bence önemli bir nokta.
Alternatif tiyatro kavramına nasıl bakıyorsunuz? Üretim biçiminizi ve oyunların içeriğini “alternatif” olarak mı görüyorsunuz?
Bence artık bizlerin yaptığı tiyatro alternatif olmaktan çıktı. Alternatif derken, neyin alternatifi? Ana akım, büyük sahnelerin, ödenekli tiyatroların alternatifi. Elbette biz ayda iki kere 1000 kişilik salonda oynayan tiyatroların ya da devlet ve şehir tiyatrolarının alternatifi sayılıyoruz. Ancak tiyatronun daimi izleyicileri “alternatif” tabir edilen sahneleri de takip ediyor. Günümüz sanatsal üretimlerine baktığımızda ben bizlerin alternatif olduğunu düşünmüyorum. Ama koca sahnelerde, ışıklar, dekorlar ile oyun izlemeye alışmış seyirci, nispeten küçük bir alanda, oyuncuyla çok daha yakın ve kısıtlı olanaklarla karşılaşınca bizi alternatif olarak görüyor. Ancak her şeye, her farklı şeye anında ulaşılan bir dünyada ufak farklılıklara alternatif denmesini ben anlamlı bulmuyorum pek. Bu biraz etikete dönüştü artık. Genel seyirci dediğimiz seyirci hala bize alışma sürecinde, bu yüzden ben de kendi yaptığımız işleri anlatırken kırk saat dert anlatmak, ama yok şimdi bakın şöyle, demek yerine “alternatif tiyatroyuz” diyerek geçiyorum.
Bir tiyatro grubu, oynayacak bir sahne bulmak için, ne gibi zorluklarla karşılaşıyor? “Ev sahibi” olmamanın avantajları ve dezavantajları nelerdir?
Prova yapacak sahne bulmak zor, oynayacak sahne bulmak zor. Çok fazla ekibin olması da zorlaştırıyor süreci elbette, herkes kendine bir yer arıyor. Bizim mesleğimiz aslında sahiplenmekle çok alakalı. Yapacağımız işi sahiplenmek için, işi yapacağımız mekânı da sahiplenmek istiyoruz. Tiyatroculara bakın, 3 gün üst üste bir mekânda prova yapacaksa, ilk gün her şeyi düzgünce oyar, ikinci gün kalkar çayını alır bardağını yıkar, çantasını bir yere, montunu bir yere, telefonunu bir yere bırakır, mekânı sahiplenir. Bunun haricinde prova yeri bizim gibi tiyatrolar için büyük sorun. Hem prova yapacak yeri bulmak, hem de maddiyat oldukça zorluyor. Ev sahibi olmanın avantajları büyük, siz de nerede olduğunuzu biliyorsunuz, dekor taşıma gibi bir yükünüz olmuyor, seyirci sizi bir sahnede düzenli olarak görünce orada daha rahat takip ediyor. Dezavantaj olarak şu an aklıma gelen tek şey, farklı seyirci kitlesi ve profilleriyle karşılaşma şansınız azalıyor. Ama bu ekonomik koşullar içerisinde de bir sahneyi idare etmek oldukça zorlu bir iş. O yüzden “yeter be, ben de sahne açıyorum” demek çok da kolayca yapılabilecek bir çıkış olamıyor.
İstanbul’da sergilenen oyun sayısı her geçen gün artarken, seyirci sayısı da artış göstermekte. Seyircinin ilgisinin tiyatroya doğru kaymasının nesnel sebepleri nelerdir?
Bence bunda kuşak değişiminin etkisi oldukça önemli. Çünkü dünya değişmiş vaziyette, hızlı değişimler yaşadık, bir sosyal medya devrimi yaşadık. Bu yüzden de özellikle televizyonda yapılan işlerin kalitesi düşünce, genç seyirci ona burun kıvırdı. En azından gerçek olan, onunla beraber olana yöneldi. Tabii sayı artması hem oyun, hem de seyirci için, her şeyin güzelleştiği anlamına gelmiyor. Çünkü niceliğin artması niteliğin artması demek değil. Bu sadece oyunlar için değil, seyirci için de geçerli. Seyircinin nitelikli seyirci olması, bir seyretme ve alımlama kültürünün oluşması ve gelişmesi önemli. Bu dediğim şeyin yaşla, eğitimle de alakası yok. Her şeye çok açık dediğiniz, çok iyi eğitimli birisi seyretme kültürüne sahip değilse ona ulaşmak zor oluyor, çünkü kendisi size ulaşmak istemiyor, orada olsa bile. Ama tam tersi bir profildeki seyirci ile oyun üzerine uzun uzun konuşabiliyorsunuz da bazen. Tabii bir diğer sebep ise tiyatronun sektörel kısmının oluşmaya başlaması. Amerika ve Avrupa’da tiyatronun sektörel bir kısmı da vardır. Yani Broadway ve West End sektörün tepe noktalarıysa Off-Broadway daha az piyasa işleriyken, Off Off Broadway daha alternatif işleri barındırmaktadır. Bizde de televizyon sektörünün maddi ve içerik çıkmazına girdiği bu dönemde oyuncuların bir kısmı tiyatroya yeniden ya da ilk defa yöneldi. Bunu gören yapımcılar da daha fazla iş üretmeye başladılar ve böylece geç kalmış bir sektörleşme süreci içerisindeyiz. Ayrıca yine bu “piyasa”nın içinde yer bulamayan ya da yer almak istemeyen özellikle genç sanatçılar da kendi oluşumlarıyla ve üretimleriyle var olmaya çalışıyorlar. Ama bu bir arama ve oluşum süreci. Yokluktansa bolluğu tercih ederim ben şahsen. Ama özellikle tekil değil de, birlikte üretim süreçlerinin çoğalması, üretimlerde niteliğin artmasını sağlayacak bir etken olacaktır. Umarım bu da yakın zamanda çoğalır tiyatrolar arasında.
“Halk Düşmanı” neyi anlatıyor?
Halk Düşmanı, tiyatro tarihinin en büyük ve önemli yazarlarından Henrik Ibsen’in oyunu aslında. Oyunda bir kasabada yapılacak ve orayı kalkındıracak bir kaplıca tesisi var, bunun başında ise belediye başkanının kardeşi olan doktor yer almakta. Doktor test sonuçlarıyla kaplıcadaki sorunları ortaya koyuyor, bilimsel verilerde bahsediyor. 1800’lerin sonlarında yazmış bunu Ibsen, ancak o gün bilime ve bilim insanlarına verilen değer, demokrasi, özellikle çoğulcu demokrasi kavramı, kamu, halk çoğunluğu, siyaset ve medya ve kapitalizmin konumuna bakınca ülkemizin şu anki durumu ile birebir örtüştüğünü gördüm. Bu yüzden olayı bugüne ve ülkemize getirdim. 2020 Türkiye’sinde televizyonda bir tartışma programında geçiyor oyun. Dünyanın en büyük kaplıca tesisi yapılmaktadır ve bu tartışılırken, projenin başındaki, yurt dışında yaşayan Türk bilim insanı sorunlardan bahseder ve Ibsen’in tartıştığı her şeyi, bugün ve kendi topraklarımızda tartışmış oluruz.
'MEDYA, GÜNÜMÜZDE BİR GÖSTERİ ARACI'
Sizce günümüzde tiyatro, siyasetin ve medyanın kirli yüzünü gösterip, seyircisini değiştirebilir mi? Siz bu metni aynı zamanda uyarlayan kişisiniz de… Metni, “buraya” çevirirken, temel ereğiniz neydi?
Dediğim gibi, Norveçli bir yazarın 19.yüzyılda tartıştığı şeyi yaklaşık 150 yıl sonra hala o noktasında tartışıyor olmamız aslında çok can sıkıcı. Çünkü Ibsen’in metnine baktığımızda bir şeyler bize bazı noktalardan tanıdık gelmiyor, aa evet burası doğru, ama burası bizde yok diyemiyoruz, birebir oturuyor şu anımıza. Zaten bizlerin birebir yaşadığı süreçler etkili oldu bu oyunu uyarlamamda. Aslında 3-4 sene önce bu fikir aklıma gelmişti, ancak bir fikirdi ve üstüne çok da düşünmemiştim. Yazın metin arayışındayken, bir anda ülkemizin gündeminde gördüklerim hemen hatırlattı bana o fikrimi ve dedim ki, şu an vakti geldi. Tiyatro kendi başına bir şeyleri değiştiremez elbette, ancak bir kıvılcım yakar, bir soru işareti, bir rahatsızlık oluşturur. Lars von Trier filmler için “ayakkabının içindeki taş gibi olmalıdır” der, ama bence bu tiyatro için de geçerlidir. O kaçan taş, hayatınızı aksatmaz, ama sizi sürekli rahatsız eder, kendini sürekli hatırlatır, odağınızı oraya çeker ve farkındalık yaratır. Ancak tiyatronun, günümüzde ve ülkemizde bir şeylerde rahatsız etmesi için, bu kadar kamplaşmış toplumumuz içinde bütün herkese ulaşmayı çabalaması gerekmektedir, mümkün olduğu kadarıyla. Ayrıca günümüzde medya dediğimiz öyle alışageldiğimiz gibi bir güç değildir artık, bir gösteri aracıdır, çünkü temel işlevi olan doğru haber verme işlevini kaybetmiş vaziyette, her kesim için geçerli bu, bütün her şey seçilmiş gerçeklik. Tıpkı Leonard Cohen şarkısı gibi “herkes biliyor, geminin su aldığını, herkes biliyor, kaptanın yalan söylediğini”.
Nerede, hangi günlerde oynuyorsunuz?
Şu an için şubat ayı tarihlerimiz belli. Biz gezici bir ekip olduğumuz için farklı sahnelerde oynuyoruz. Bunu yaparken de İstanbul’da her iki yakada da oynamaya özen gösteriyoruz ki daha fazla kişiye ulaşabilelim. 4 Şubat Kadıköy Emek Tiyatrosu, 15 Şubat Endless Art Taksim, 24 Şubat Entropi Sahne ve 27 Şubat Sahne Beşiktaş’ta oyunlarımız. Bütün oyunlarımız 20.30’da başlıyor. Seyircilerimiz bizi “tiyatronok” olarak sosyal medya hesaplarımızdan takip edebilirler, orada oyun tarihlerimizi sürekli paylaşıyoruz.