Tuhaf zamanlardan geçiyoruz... Epeydir neredeyse bir tekerleme gibi bunu söyler oldum. Her şeyin çok hızlı değiştiği bir dönemde insanda kendini zamansız ve mekânsız hissediyor: Orhan Pamuk’un Kafamda Bir Tuhaflık romanında William Wordsworth’tan alıntıladığı gibi “Kafamda bir tuhaflık vardı, İçimde de ne o zamana, Ne de o mekâna aitmişim duygusu”. Ülke daha on beş gün önce bir savaşın kıyısından döndü, onlarca insan öldü, binlerce mülteci sınır kapılarında insanlık dramı yaşadılar ve yaşıyorlar, birçok gazeteci içeri alındı, kayyumlar sürüyor ve her şeye rağmen mevcut iktidar artan şiddetiyle yoluna devam ediyor… Tuhaf mı? Kendimi uyarıyorum: Gerçekliği tuhaf olarak karşılamak insanı bir yönüyle mistifikasyona bir yönüyle de idealizme iter ve durumu normalleştirme tehlikesi taşır. Bu ruh halinden kurtulmaya çalışıyorum… Çok geçmiyor bu kez de 125 nanometre (metrenin milyarda biri) büyüklüğünde bir virüsün (Corona, Covid-19) neredeyse toplumsal hayatımızın tümünü kuşatan tehdidiyle aynı hissi tekrarlıyorum. Tuhaf mı?
Açıkçası bu durum bana çok daha tuhaf gelmiyor. Gerçeklik algıyı aşıyor ve dünyayı saran bir salgın (pandemi) bizi kendi gerçeğine hapsediyor ve zamansızlaştırıyor. Aklıma Greta Thunberg’in daha iki ay önce Davos Zirvesinde başta Trump ve küresel iktidar elitlerine “henüz hiçbir şey görmediniz” diye seslenişi geliyor. Evet dünya kusuyor ve doğa yeni koşullarını dikte ederek rövanş alıyor. Elbette doğanın bilinci insan eylemliliğinde, insanın toplumsallığında şekilleniyor. Daha önce Engels’in Doğanın Diyalektiği ve Alman İdeolojisi’nde Marx ile yaptığı saptamaları tekrarlayayım: “Doğaya egemen değiliz; tersine, etimiz, kanımız ve beynimizle ondan bir parçayız, onun tam ortasındayız” … “İnsan tarihe iki açıdan bakabilir ve tarihi insanlık tarihi ve doğa tarihi olarak bölebilir. Ancak, bu iki yan birbirinden ayrılmaz. İnsanlar var olduğu sürece, doğa tarihi ve insanlık tarihi karşılıklı olarak birbirini koşullayacaktır”. Marx ve Engels’in 19. yüzyılda yaptığı bu saptamalar, David Harvey’in “Covid-19 Günlerinde Anti-Kapitalist Siyaset”¹ adlı yazısında bugüne ilişkin anlamına ulaşıyor. Sermaye, kendi yeniden üretiminin çevresel koşullarını değiştirir, ancak bunu istenmeyen sonuçlar bağlamında (iklim değişikliği gibi) ve sürekli olarak çevre koşullarını yeniden şekillendiren evrimsel güçler zeminine karşı yapar. Bu açıdan bakıldığında doğal felaket diye bir şey yoktur.” Evet doğal felaket yaşamıyoruz, doğrudan kapitalist toplumsal örgütlenmenin doğa ve insanlık için yarattığı birikimli tahribat sürecinin bir eşiğindeyiz. Bu eşiği özel kılan kapitalist üretim ve tüketim ağlarını doğrudan etkileyen küresel toplumsal bir izolasyon sürecini içermesi.
Tarihsel olarak ilk pandemi yaklaşık olarak ilk Çin’de yaşanıyor. Hemen belirtelim bunun Çinli olmanın biyolojik özellikleriyle hiçbir bağı yok. Çin toplumunun merkezileşmiş bir nüfus alanına sahip olmasıyla doğrudan ilişkili. Ticaret ve nüfus hareketliliği salgının yaygınlaşma nedeni. Daha sonra ilk kez M.Ö 430’da Atina’da yaşanan ve 18. yüzyıla kadar dünyanın değişik yerleşim alanlarında yaygınlaşan veba salgınları: Roma (M.S. 165-180), Kıbrıs (250-271), İstanbul (541-542), Kara Veba (1346-1353), Amerika (16 yüzyılda tekrarlanan), Londra (1665-1666), Marsilya (1720-1723), Rusya (1770-1772). Sean Martin’in Kara Ölüm romanında resmettiği Veba salgını, Ceneviz Kalyonlarının İpek Yolu ticaretinin Avrupa’daki en önemli olan kapılarından biri olan Sicilya’nın Messina limanına girişiyle başlar. Uzun süren salgın Avrupa nüfusunun neredeyse yarısının yok olmasıyla sonuçlanır.
Bu salgınlar yine 18. yüzyılın bölgesel yoğunluklara sahip Sarıhumma (en önemlisi Mississippi-Filedelfiya, 1793), grip ve çiçek salgınlarıyla devam ederek 20. yüzyıla taşınan kitlesel ölümlerle yol açmıştır. 18. yüzyılda Avrupa’da yalnızca çiçek hastalığından 400 bin kişinin hayatını kaybettiği ve en az bir o kadar insanın da kör olduğu tahmin edilmektedir. Elbette sorun Avrupa ile sınırlı değildir; Avrupa sömürgeciliği uzandığı her bölgenin halklarına sadece talan değil ölüm de getirmiştir. Amerika’nın keşfinden çok değil yüz sene sonra Latin halklarının nüfusu (Inka ve Aztek) neredeyse yüzde 90 oranında Avrupa’dan taşınan ve bu dünya halklarının tanımadığı mikroplarla yok olmuştur.²
İlginç olan özellikle 18. yüzyılın ardılı salgınların ve özellikle çiçek hastalığının Avrupa’da yarattığı yıkımın bir anlamda istenmeyen (zorunlu) sonucu olarak Avrupa sağlık sisteminin ilk nüvelerinin ortaya çıkışı olmuştur. Zorunluydu; çünkü deneyimlenen, yeni yükselen burjuva toplumunun çalıştırmak için ihtiyaç duyduğu insanın azalmasıydı. Yani burjuvazi bedenini olduğu kadar ve belki de daha önce sınıfını koruma bilinciyle sağlıkta kamu sorumluluğunu idrak ediyordu. Böylelikle nüfus sorunu da bir tür güvenlik sorunu olarak burjuvazinin, Foucault’un ifade ettiği gibi “iktidarı ekonomi biçiminde icra etme” sanatındaki yerini alıyordu.
Kapitalizm olgunlaştıkça kendisi için gerekenden daha fazla nüfusu da toplumsal olarak üretmiştir. Marx, Kapital'in birinci cildinde kapitalist üretime özgü bir nüfus yasası olarak “nispi artı nüfusu” tanımlar ve birikim sürecinin sermayenin bileşiminin (değişmez ve değişir sermaye oranını) emek kitlesinin aleyhine olacak şekilde geliştiğini vurgular: Rekabet ve kâr baskısı sonucu değişmeyen sermaye değişen sermayeye göre daha fazla artmakta ve nüfusun bir kısmını kendisi için fazla hale getirmektedir. Bugün tüm dünyayı saran işsiz kitleler Marx’ın 19. yüzyılda tanımladığı öngörünün tezahürüdür.
Bu “fazla nüfus” bugün mevcut kapitalizmin küresel ölçekte kazandığı yeni dinamiklerle farklı katmanlara (yarı zamanlı çalışma, evde iş, kayıtsız çalışma, çocuk emeği, göçmen ve mülteciler vb.,) bölünerek büyüyor. ILO ve Dünya Bankası verilerinde dünya genelinde işsizlik oranı toplam emek gücünün yüzde 4,9’u olarak sunulmaktadır. Hemen belirtelim bu oran Marx’ın nispi fazla nüfusu ya da yedek işgücü ordusuna karşılık gelmemektedir. Yine de bu gözlem çalışan nüfusun başka özellikleriyle birlikte ele alındığında bize yaşadığımız döneme ilişkin öngörüler sunduğu da açıktır: Öncelikle merkez kapitalist ülkelerde, beklenildiği gibi, tarımsal istihdam toplam istihdamın içinde son derece düşük bir paya sahiptir. Bu oran Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, ABD’de, sırasıyla, yüzde 1,3; yüzde 1,1; yüzde 2,6, yüzde 3,7 ve yüzde 1,4 düzeyinedir. Bu ülkelerde hizmetler sektörü istihdamı ise yine aynı sırayla yüzde 71,9; yüzde 80,9; yüzde 71,9; yüzde 70,7 ve yüzde 79,4’tür. Arada kalan payın büyük bir kısmı da sanayi sektörü çalışanlarıdır ve yüzde 26,9 (Almanya) ile yüzde 18 (İngiltere) arasında değişim göstermektedir.
Bu oranlar Covid-19’un ana yurdu olduğu iddia edilen Çin ile karşılaştırılırsa önemli farklılıklar içerdiği gözlenmektedir. Çin’de hizmetler sektörü istihdamı toplam istihdamın yüzde 45,2’sini (Türkiye’de yüzde 54,8), tarımsal istihdam ise yüzde 26,6’sını (Türkiye’de yüzde 19) oluşturmaktadır. İstihdam biçimi aynı zamanda bir mekânsal düzenlemeyi temsil ettiğinden şunu söylemek mümkündür: Merkez kapitalist ülkelerde hizmetler sektörünün yüksek payı, bu toplumlarda nüfusun birbirleriyle daha fazla entegre olan kentsel mekânlarda yoğunlaşmasının hem sonucu hem de bu sürecin ürünüdür. Covid-19’un kentlerde hem iş, hem de yaşamla tehdit ettiği en önemli sınıf katmanı da çoğunlukla örgütsüz ve marjinal çalışan bu kitleler oluşturmaktadır. Kentler tarihsel olarak sermaye ilişkilerinin en yoğunlaştığı, hızın ve aktarımın en yoğun olduğu mekânlardır. Kentlerin bu yapısı meta mübadelesi için olduğu kadar, insan ilişkilerinin tüm diğer bağları ve bu bağların oluşturduğu, Liberallerin “istenmeyen sonuçlar” olarak tanımladıkları (bugün için Covid-19) durumlar için de böyledir. Çin’in Covid-19 ile mücadelesindeki başarı öyküsü sağlık sistemini vatandaşlarını belirli (tanımlı) mekânla ilişkilendirilerek planlaması ve bu mekânların kendi ölçeklerinde sahip oldukları kapsayıcı ve yeterlilik özellikleriyle doğrudan ilişkilidir.³ Çin’in komünist deneyiminden aktarılan bu yapılanmada “karantina durumu” kural olarak öncelikle kendi ölçeğindeki yeterlilik koşullarına tabidir. Covid-19’un Çin’de ilk ortaya çıktığı Wuhan kenti 11 milyon nüfusuyla Çin’in en büyük kentlerinden biri. Çin sanayi ve ticaretinin en yoğun olduğu, uluslararası şirketlerin yaşam alanlarından biri olan bu kent büyük, kapanmayı da içeren ve büyük ölçüde kendi yeterlilik koşullarında salgını kontrol edebilme yeterliliğini gösterebildi.
Peki kapitalist dünyanın payına ne düşüyor? Sermaye her zaman önce kendini kurtarır. Bu onun doğasıdır. Geçmiş tüm büyük krizlerde olduğu gibi bugün de yaşanan budur: (i) Sistemin bekçisi (hegemonya) ABD salgını, Foucault’nun “ekonomi biçimine” dönüştürme eğilimiyle, toplumsal bir krizden çok iktisadi bir kriz şeklinde karşılayarak tarihinin en büyük kurtarma paketlerinden birini yürürlüğe soktu. Bir trilyon dolara ulaşması beklenen “kurtarma operasyonu” aslan payı şirketlere ayrılmış olup; sıradan insanlara ise (sonuçları yine şirketlere yarayacak olan) tüketim “sorumluluklarını” yerine getirecekleri aylık 2000 dolarlık “cennetten düşen meyve” (manna from heaven) şeklinde tanımlayabileceğimiz yardım düşüyor. Bu yardıma neredeyse tümüyle şirketleşmiş olan emeklilik ve sağlık sistemine erişim hakları yok denebilecek kadar az olan ABD’li vatandaşlara bedava “test” hakkını da eklemek lazım. Bu önlemler paketi ABD kapitalizminin toplumsal insan tanımının “tüketen insan” ile kurduğu neoliberal bağın çıplak sonuçları olduğu kadar, yaklaşan seçim için Trump’ın oportünizminin de izlerini taşıyor. Ama buna Harvey’in altını çizdiği küresel kapitalizme (sermayeye) karşı hegemonya sorumluluğunu da eklemek lazım. Böylesi bir açılımın ABD’nin sağlık sistemini sil baştan yeniden kurmaya yönelmediği düşünülürse, Harvey’in hatırlattığı “küresel krize karşı” zorunlu sorumluluk vurgusu haklılık kazanıyor. Bu tür bir dolarizasyon’un yakın ve uzun dönem sonuçları olacağı açık. Sorun başta Çin olmak üzere farklı devlet ve sermaye oluşumlarının bu sürece küresel bir mutabakatla mı yoksa kendi ölçeklerinde farklı politikalarla mı yanıt vereceklerine bağlı olarak gerçek kimliğine ulaşacak.
Virüsün “ekonomi biçimine” dönüştürülmesi elbette ABD ile sınırlı değil: Almanya 614 milyar dolarlık bir yardım açıklayarak bu yardımla “hiçbir şirketin ve işçinin sorun yaşamayacağını” duyurdu; Fransa Cumhurbaşkanı Macron, salgından ekonomik olarak olumsuz etkilenen şirketlere birçok kolaylık sağlanacağını ve mali yardımlarda bulunacaklarını, bunun için 300 milyon avro kaynak ayırdıklarını ayrıca şirketlerin elektrik, gaz ve kira ödemelerinin askıya alınacağını (yani ödemelerin kamu garantisine alındığını) duyurdu. İtalya Başbakanı Giuseppe Conte, 25 milyar avroluk acil durum kaynağı ayırdığını, İspanya ekonomi bakanı Roberto Gualtieri ise sadece acil durumlarda kullanılmak koşuluyla 25 milyar euorluk kaynak ayırdıklarını kamuoyuna müjdelediler. Bence en “samimileri” Boris Johnson çıktı. O önce İngiliz kapitalizminin yoksulluk ve salgınlarla içi içe olan tarihsel hafızasının da etkisiyle olmalı ki neredeyse her şeyi Allah'a havale etti ama sonra nedamet ederek henüz açıkça tanımlanmayan korumacı sorumluluğuna rıza gösterdi.
Bizde mi ne oldu? Gırtlağına kadar borca batmış bir toplumda ne olacaksa o oldu. Haydi sıralayalım: (i) Salgının konut talebini artıracağı düşünülmüş olmalı ki (!) 500 bin liranın altındaki konutlarda kredilendirilebilir miktar yüzde 80’den yüzde 90’a çıkartılarak, asgari peşinat yüzde 10’a düşürüldü; (ii) stopaj gibi kaynağında yapılan kesintilerin ödemelerini içeren muhtasar beyannamelerin süreleri 3 ay ertelendi; (iii) en düşük emekli maaşı 1.500 liraya yükseltildi… Test sayıları, vaka durumu vs., devletin bilgisi anlamına istatistiklere hiç girmiyorum. Ama ortaya toplumsal ve psikolojik sonuçlarını bilemediğimiz yeni izolasyon ve gözlem toplumunun nüvesi çıktı: Bir tür eve hapsolan panoptik toplum. Bir salgın durumunun yarattığı izolasyon ve eve hapsolma durumu bizim toplumuzda ne tür izler bırakacak? Bir tür korku halinin yarattığı baskılanmış bir denetim mi yoksa baskıyı aşma durumunun yükselteceği bir sorgulama hali mi? Toplumsal krizin bilmecesi de bu ikilem içinde cevabını arayacak görünüyor…
¹ Bu yazının Türkçeye çevirisi Sendika.Org sayfasında yayınlanmıştır.
² Michel Beaud, “Kapitalizmin Tarihi: 1500-2010” adlı çalışmasında sadece Meksika’daki yerli nüfusun bir yüz yıl içinde 25 milyondan 1.5 milyona düştüğünü not ediyor.
³ Kırsal kesimde yapılan sağlık reformları için, bkz: Wang Hui, Çin’in Yirminci Yüzyılı: Devrim, Geri Çekilme ve Eşitliğe Giden Yol; Yordam Kitap.