Muazzam bir maddi bolluk içinde yaşıyor, sonsuz bir tüketim illüzyonunu hep beraber deneyimliyoruz. Her gün bizlere sunulan nesneler tarafından kutsanıyor, varlığımızı tükettiğimiz ölçüde hissediyoruz. Tüketim, bugün tek yaşam biçimimiz ve karadelik gibi her şeyi içine çekiyor. Çekim gücünden hiçbir insani ilişki, hiçbir kültürel değer, hiçbir yaşam alanı kaçamıyor.
Belli ki bu durumu sevmişiz ve bunun için bir isim bile uydurmuşuz: Tüketim Toplumu.
İsmi bile bir yanılsama.
Sosyolojinin toplumu, “ortak bir kültürü paylaşan, belli bir toprak parçasına yerleşik ve kendilerini birleşik ve özgün bir varlık olarak gören insanlar grubu” olan tanımında bir karşılığı yok. Çünkü verdiğimiz isim, toplu olsa da bireysel olarak yapılan bir eylemi. Eylemin ortaklığı bizleri birleştirmiyor, sadece indirgiyor, azaltıyor, çokluğun içinde.
Üstüne ne kadar söz söylesek, eleştirsek, aramıza mesafe koymaya ya da farkındalığımızı arttırmaya çalışsak da, hepimiz içindeyiz ve hiç kimse dışarda bırakılmadı.
“Eleştirmek”, “mesafe koymak”, farkındalık” ve “hepimiz içindeyiz” kelimelerini retorik icabı değil, hakkında ne kadar şey çok öğrenmiş ve düşünmüş olsak bile tüketimin gündelik hayat pratiklerimizin ve zihinlerimizin en gizli köşelerine, kıvrımlarına kadar nasıl sızdığını ve yerleştiğini vurgulamak için söyledim.
Ama bu iş öğrenerek, düşünerek, söz üreterek olmuyor; hayat bazen size öyle bir şeyler yaşatıyor ve “haa” dedirtiyor ki, ancak o zaman idrak ediyorsunuz ne kadar ele geçirildiğinizi.
Bu konuyla ilgili sizlere anlatacağım iki hikayem var, başımdan geçen.
Önce girizgah:
On iki yıl önce, yedi yıl boyunca mekan ile onu üreten kapitalist süreçler arasında ne tür ilişkiler olduğu üzerine kafa patlattığım ve “Çağdaş Kapitalizmin Mekansal Örgütlenmesi” ismiyle kitap olarak yayınlanan doktora tezimi nihayet bitirmişim.
Doktora önemli. Artık bir konunun uzmanı sayılıyorsunuz. Tanımadığım ama kitabımı bana uzatan biri karşısında, hafif bir gurur ama daha çok utana sıkıla ismini soruyor ve ön sayfasına anlamlı bir şeyler yazmaya çalışıyor, yakın arkadaşlarım arasındayken ise, “kardeşim kesin sesinizi, ben bunun kitabını yazdım, hem de literally” diye bağırarak anın tadını çıkarıyordum. E, ne de olsa Marxları, Gramscileri, Baudrillardları, Harveyleri, Lefebrevleri, Wallersteinları ve daha bilimumunu okuyup yutmuşum. Yani kendine güven tavan yapmış.
İki hikaye demiştim, iki hikaye de tezimi bitirdiğim sırada yaşandı.
İşte ilki:
Rasim abi, 60’lı yaşlarında dingin, sakin bir adam. İstiklal Caddesi’nde, Tünel Meydanı’ndan Galata Kulesi’ne giden yokuşun hemen sağında rengarenk bir tezgahı vardı. İncikler, boncuklar, irili ufaklı renkli taşlar ve daha neler neler. Kesinlikle ilgimi çekecek türden bir tezgah değil, genç işi, kadın işi. Nasıl oldu da tezgahın arkasına geçtim, o plastik tabureye oturdum, çaylar gelip gitmeye başladı ve sohbet koyulaştı, hiçbir fikrim yok; sadece oluverdi.
Hayatı ilginç hikayelerle dolu, insan dinlemeye doyamıyor. İran, Pakistan, Afganistan, hep oraları dolaşmış. Sohbet koyu da olsa bazen “acaba çok mu oturdum, tezgahla ilgilenmesine engel mi oluyorum” diye şüpheye düşerdim. Bir defasında iki genç kadın tezgaha yaklaşmışlar, takıları yüzükleri deneyip, kendi aralarında konuşuyorlardı.
- Abi, ben engel olmayayım.
- Yok, onlar alıcı değil, hem paraları yetmez.
Tam dediği gibi oldu, fiyat bile sormadan uzaklaştılar. Böylesine insan sarrafı olmak gibi bir yönü vardı, Rasim Abi’nin.
Tezgahın benim ilgimi çekmesi ise çok sonraları, belki haftalar sonra oldu. Bir gün kan kırmızısı bir taşı elime aldım.
- Abi, bu taş elimi yaktı.
- Al o zaman.
Ucuz adam değildi Rasim Abi. Öyle muhabbete indirim yapmaz, pazarlığa hiç gelmezdi. Tezgahın arkasında otura otura bunu öğrenmiştim. Taş pahalı ama kesin almaya karar vermişim. Fakat “al o zaman” dedi ya, şaşaladım; parasını verecek ve o taş benim olacaktı. Kafam karıştı. Tek hakkım vardı. Diğer taşlarla kıyaslamaya, hepsine dokunmaya, evirip çevirmeye başladım. Tereddütümü fark etti.
- Sen al o taşı, sıkılırsan gelir, yenisi ile değiştirirsin.
O an kafama dank etti, o kan kırmızısı taş benim değildi, asla olamayacaktı, satın alsam bile. Kim bilir zamanında kaç kişi almış ve kaç defa değiştirmişti. Ben tüketim toplumun fanisi almaya değil, sahip olmaya çalışıyordum. “Haa”…
Gelelim ikincisine.
Kalabalık bir caddede, sıradan, normal, renksiz insanların arasında yürüyorum, aynı sıradanlıkla. Karşımdan evini sırtına yüklemiş, berduş biri bana doğru yaklaşıyor. Hayranlıkla bakakaldım, mağrur, etrafına aldırmadan, sakince yürüyüşüne. Sanki bir film karesinden çıkmış gibi. Demek filmler bazen gerçek olabiliyorlarmış. Bir yandan yürüyüp, bir yandan o anın büyüsüyle onu seyrederken, bana yaklaştı, bir sigara istedi; özel bir nedeni yoktu, sadece ağzımda sigara olduğu için. Hemen paketi uzattım, bir tane aldı. Ardından çakmağı verdim, rahatça kendisi yaksın diye.
Üstü başı yırtık, kıyafetleri yama içindeki bu güzel insana yardım etme isteği yükseldi içimden. Ne yapabilirdim ki? Para versem? Kesinlikle dilenci değil, duruşundan belli, ayıp olur. Günde iki paket sigara içen biri olarak ikincisini ama utandırmadan vermeli idim.
- Abi, bir tane daha al, kulak arkası yaparsın.
- Yok, sağol, yeterli, dedi ve yoluna devam etti.
Evet, daha fazlasına ihtiyacı yoktu. Canı isterse başka birisinden bir daha isterdi. Her şey bu kadar basitti, onun için.
KIRILGAN NESNELER
İlk olarak ikiyüzelli yıl önce, Avrupa’da bir yerlerde kırılmaya başladılar. O zamanki insanların ilk tepkilerinin ne olduğunu bilmek bir tahminden öteye geçemez. Öncelikle şaşkınlık sonrasında da bir tedirginlik olmalı. Şaşkınlık ve tedirginlik bundan sonra yaşanacak her deneyim için modern zamanlara özgü bir duygu olarak kendisini gösterecekti.
Sözünü ettiğim kırılma kuşkusuz fiziksel bir gerçekliği tarif etmemekte. Ancak kırılmadan sonra nesneler bir daha hiçbir zaman bizlere eskisi gibi görünmediler. Kırılan şey, insanlar ile içinde bulundukları gerçekliğin somut temsilcileri olan nesneler arasındaki ontolojik bağdı.
Modern öncesi dönemlerde insanları çevreleyen her şey (nesneler, kurumlar, ilişkiler ve bunlara ait deneyimler) yüzyıllar boyunca tekrarlanarak, zaman içinde evrilerek, tarihin süzgecinde damıtılarak bir araya gelmenin sağlamlığı ile ayakta durmaktaydılar. Kendi doğaları hakkında tüm toplumca belirlenmiş bir ortak kabul vardı ve ne oldukları, nasıl oldukları, neyi ifade ettikleri tanımlıydı.
Modernlik ise belirsizlik ve sürekli değişim üzerine kurulu. Geleneksel olanın ağdalı söyleminin çözülmesinin getirdiği özgürlük, aynı zamanda insanın bildiği ve inandığı her şeyi yitirmesi anlamına gelmekte. Bu, modern olmanın bedelidir.
Günümüzde nesnelerin kim tarafından, ne için, hangi durumlarda, nasıl kullanılacağı belli değil. Nesneye ve kullanımına yönelik bir hafıza yok. Nesnenin biçimi ile anlamı artık birbirlerinin yerine ikame etmiyorlar. Biçim sadece bir zarf, dışsal bir özellik, içi ile hiçbir alakası yok, sadece kendisini temsil ediyor, tek başına.
BARINMAK VE KONUT ÜZERİNE…
Barınma, en temel ihtiyaçlardan biri, yeme içme gibi. Üniversitedeyken, özellikle mimarlık tarihi hocalarımız övünerek “mimarlık tarihin en eski mesleğidir” derlerdi, kovukları ve mağaraları unutarak. Çanak çömlek yapımı önce de gelse, en eskilerden “biri” olduğu bir gerçek ama.
Çok eskiye gitmeyelim; mesela üç yüz yıl önce işler şöyle yürümekteydi. Ahmet Efendi, Hakkı Usta’yı (kesinlikle mimar değil, bu unvan modern bir icattır) çağırır, bir ev yaptırmak istediğini söyler ve yerini gösterirdi. Hakkı Usta da, zaman içinde evrilerek olgunlaşmış geleneğin biçimleri ve bu geleneğin ayrılmaz bir parçası olarak evin içinde nasıl bir yaşam olacağını bilerek zanaatının gerekliliklerini yerine getirirdi. Kuşkusuz, yaptığı iş, eski ustasından öğrendiğinin basit bir tekrarı değildi. Yapının, yerine (yani arsasına) ne şekilde oturtulacağı, yapım tekniğine getireceği bir kolaylık, önüyle arkasıyla kuracağı ilişki, balkonuna, cumbasına, çatısına ekleyeceği kendi beğenisi ile ama tüm bu yaptıklarına yol gösteren bir geleneğin içinden bilerek yapardı. Ve her evin bir adı, sadece tek adı olurdu: Ahmet Efendi’nin Evi, konağı, köşkü, ne derseniz artık.
Bugün evlerin adı yok artık, adsız kaldılar. İsimler uyduruyoruz aile evi, bekar evi, kızlı erkekli kalınanı, tarikat evi gibi; biçim içinde olanı, içinde olan biçimi anlatmadığından. Evin bulunduğu yer ile olan ontolojik bağı kopalı çok oldu. İsterseniz İstanbul’da Kaliforniya tarzı bir eve sahip olabilir ya da Cumhurbaşkanımız kadar cüretkar düşünüp, evinizin önüne ikinci bir Boğaz yaptırabilirsiniz.
Evleri, marketten alır gibi kataloklardan seçiyor, konut piyasasından barınmak değil yatırım için alıyor ve tekrar satıyoruz. Ne de olsa alınanın satılanın kökleri yok, yadigar değiller, hele baba ocağı hiç değiller, eğer çok istersek bir köşesine bir şömine konduruveririz, olur biter.
Yine de bahsettiğim çek eski ve kökleri olan temel bir şey. Bir de diğerlerini, köksüzlerini, bilgisayarları, büyük ekran televizyonları, son model arabaları, yeni sezonun moda olan kıyafetlerini, marka kahve zincirlerini, AVM’leri, orada tezgahtarla ya da buluştuğunuz arkadaşınızla kurduğunuz insani ilişkileri düşünün, ama sonuna kadar düşünün, belki tuhaf, sizi rahatsız eden yeni hikayeler keşfedebilirsiniz, benim suratıma çarpanlar gibi.
Merak edenler için, kırmızı taşa mı ne oldu? Maalesef kaybettim ve Rasim Abi bunu sana hiç söyleyemedim.