Hamas’ın imzasını taşıyan 7
Ekim Aksa Tufanı’nın ardından İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırım
savaşı, İran’ın başını çektiği ‘Direniş Ekseni’nin Filistin’le
sergilediği dayanışma daha geniş bir coğrafyada eksenler arası
hesaplaşmayı tetikledi. Direniş Ekseni’nin saldırıları İsrail’in
övündüğü caydırıcılığı ve Demir Kubbe efsanesinde delikler açtı.
Buna mukabil Direniş Ekseni kendi caydırıcılığını ya da angajman
kurallarını dayatabiliyor mu? Sınırlama ve yıpratma savaşı
stratejik sonuçlar üretebiliyor mu? Bu savaş Direniş Ekseni’ni
entegre bir güce dönüştürüyor mu? Bu soruların hepsine birden
“Evet” demek büyük bir iddia anlamına gelir. Ortak düşmana karşı
birliktelik her zaman tutarlı bir ortaklığı
garantilemiyor.
Direniş Ekseni, İran’ın
patronluğunda Filistin odaklı bir çabayken son zamanlarda Orta
Doğu’da Amerikan hegemonyasına karşı bir koalisyon görünümü
aldı.
İran’la bağlarının niteliği açısından daha özel bir yerde duran
Lübnan’daki Hizbullah, Direniş Ekseni’nin pivot gücü olarak öne
çıkıyor. Eksenin diğer parçalarına ilham veren Hizbullah, Filistin
cephesinde Hamas ve İslami Cihad gibi örgütlerle dayanışma hattının
başında duruyor.
İsrail’le teknik olarak savaşta olmasına rağmen siyasetin kendi
konumunu tanımlarken ‘Direniş Ekseni’ ifadesini kullanmayan Suriye,
hem İran’ın müttefiki hem de Lübnan ve Filistin’deki güçleri
besleyen ana hat işlevi görüyor. Yemen’de Husilerin örgütü
Ensarullah ise 2015’te Amerikan destekli Suudi-Emirlikler
ikilisinin başlattığı savaştan bu yana adım adım Direniş Ekseni’ne
kaydı.
Haşd el Şaabi bünyesinde olup da İran’a yakın duran örgütler ise
Irak İslami Direnişi adı altında Direniş Ekseni’nin Irak ayağını
oluşturuyor.
7 Ekim sonrası bütün bu güçler arasında artan koordinasyon
dikkat çekti. Hizbullah, Gazze üzerindeki baskıyı azaltmak için
İsrail’e kuzeyden cephe açtı. Ensarullah ise İsrail bağlantılı
gemileri hedef almaya ve Eylat limanına doğru atışlara başladı.
Irak İslami Direnişi hem Amerikan üslerine hem de Hayfa limanına
doğru füze-SİHA saldırılarıyla çatışmadaki yerini aldı. Bu
örgütlere desteğini sürdüren İran, Suriye’de defalarca İsrail’in
saldırılarına maruz kaldı. ‘Stratejik Sabır’ yaklaşımıyla İsrail’in
örtülü saldırılarına doğrudan yanıt vermeyen İran, 1 Nisan 2024’te
Şam’daki büyükelçiliğin bitişiğindeki konsolosluk binasına füze
saldırısından 12 gün sonra ilk kez balistik füze ve SİHA’larla
İsrail’i hedef aldı. Direnişin lider kadrolarına yönelik
suikastlara ağırlık veren İsrail’in 31 Temmuz 2024’te Hamas Siyasi
Büro Şefi İsmail Haniye’yi Tahran’da öldürmesi Direniş Ekseni’ni
bir çıkmazın eşiğine getirdi. İsrail’in stratejik yenilgisini
hedefleyerek düşmanın taktiksel zaferlerini sineye çeken İran,
itibarını, egemenliğini ve caydırıcılığını korumak için misilleme
baskısıyla karşılaştı. Bu tırmanış, Direniş Ekseni’ni gerçek bir
eksen olup olmadığı sınavıyla karşı karşıya bıraktı.
Direniş Ekseni’nin geleceğini görebilmek için geçmişine bakmak
gerekiyor. İsrail-Amerikan karşıtı duruşta değişiklik olmasa da
ideolojik uyumsuzluklar, çelişkili ya da çapraz ilişkiler, farklı
öncelikler ya da tercihler bütünlüğü bozabiliyor. Direniş bugün
koordinasyon seviyesinin artmasıyla daha etkili bir cephe görüntüsü
verse de geçmişte yaşananlar bazı potansiyel açmazlara işaret
ediyor. İran kendi ulusal çıkarları, küresel denklemdeki değişimler
ve jeopolitik kırılmalara bağlı olarak ‘hasımlarla uzlaşma’ ile
‘direnme’ arasında iniş-çıkışlara imza attı. Eksenin devlet dışı
aktörleri de rakip güç odakları arasında bocalamalar yaşadı.
Eksenin bugünkü ortakları arasında çatışmalara varan uyumsuzluklar
da oldu.
LÜBNAN İSLAM CUMHURİYETİ HEDEFİNDEN DİRENİŞE
İran’ın 1980’lerde Kudüs’ün özgürlüğünü merkeze alarak temelini
attığı ‘Direniş Ekseni’ birkaç aşamada dönüşümler geçirerek
bugünlere geldi. 1979’daki İslam Devrimi’nin ardından ‘Kudüs
Günü’nün ilanı ve Devrim Muhafızları’na bağlı Kudüs Gücü’nün
kurulması İran’ın Orta Doğu’daki temel önceliğini deklare ediyordu.
1964’te Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) organize eden Mısır
lideri Cemal Abdunnasır’ın 1967’de Arap koalisyonuyla birlikte Altı
Gün Savaşı’nda yenilmesi, Mısır ile Suriye’nin 1973’te Yom Kipur
Savaşı’nda yaşadığı hezimet, Enver Sedat’ın 1978’de İsrail’le
barışması, Arap Birliği’ndeki politikasızlık, İran’da 1979’da
Amerikan-İngiliz müttefiki Şah’ın devrilmesi ve Amerikan ekseninde
Tahran’ın yerini Kahire’nin alması Filistin davasının dış
çerçevesini değiştirdi. İran Şahı, Lübnan’da ABD’nin tarafındaydı.
1958’deki kriz sırasında SAVAK, Mısır’a karşı Bağdat Paktı’na bel
bağlayan Cumhurbaşkanı Kamil Şamun ve Marunilere para ve silah
yardımında bulunmuştu. Arap rejimlerine
göre devrimi ihraç etmeye çalışan İran, Filistin davasını yayılmacı
siyaseti için araçsallaştırıyordu. Bir dönem İran, Şii Hilali
kurmaya çalışmakla da itham edildi. Şiilik İran’ın resmi mezhebi
olsa da Kudüs gündemi ve Direniş Ekseni’nin Sünni parçaları,
Tahran’a mezhepçi suçlamasından kaçma şansı veriyordu.
İran-Irak savaşının getirdiği zorluklara rağmen Tahran, 1982’de
Lübnan’ı işgal eden İsrail’e karşı savaşmak için Devrim
Muhafızları’nı bölgeye göndermişti.* 'Arap İstikrar Gücü’ olarak
Lübnan’da bulunan Suriye ise kendi oyun alanını korumak için
İranlıların geçişine izin vermedi. Fakat Şiilerin en örgütlü
partisi Emel’in güneyde Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile
çatışması, Beyrut’ta Hıristiyan partilerle diyaloga girmesi,
İsrail’in fonladığı Maruni Falanjist Ketaib’in de yer aldığı
Amerikan destekli ‘Ulusal Kurtuluş Komitesi’ne katılması kendi
içinde bölünmelere yol açmıştı. İran, Emel’den kopan ve kendilerine
“İslami Emel” adını veren damar üzerinden Lübnan’a girmeyi başardı.
Devrim Muhafızları’nın Beka Vadisi’nde başlattığı eğitim
çalışmaları, 1984’de kurulan ve bir yıl sonra resmen ilan edilen
Hizbullah’ın askeri alt yapısını oluşturdu. Lübnan’da bir İslam
cumhuriyeti kurma fikri, siyah çarşaflara bürünen kadınlar, sakal
bırakan erkekler, kapatılan alkol satış noktaları ve sokak
direklerinde yükselen Ayetullah Humeyni’nin posterleri İran’ın
gelişini anlatıyordu. Ayrıca Hizbullah, Beyrut’ta ayağına yer
açarken İran’ın düşmanlarına da saldırılar düzenliyordu. İran’ın
kendi bölgesine girmesinden rahatsız olan Suriye 1986 ve 1987’de
doğrudan ya da Suriye Sosyal Milliyetçi Parti eliyle Hizbullah’a
şiddetle müdahale etmekten kaçınmadı.
O vakitler İran-Irak savaşı sürerken Tahran, Arap dünyasında
sadece Suriye’yi yanında buluyordu. O yüzden İran, Lübnan’da
Suriye’yi karşısına almamaya çalışıyordu. Tabanını kaybeden Emel
ile Hizbullah arasında 1987’de başlayan çatışmalar, Lübnan’daki iç
savaşı bitirmek için 1989’da imzalanan Taif Anlaşması’ndan bir süre
sonra İran’ın araya girmesiyle sona erdi. İran’daki değişimin
etkileri Lübnan’a yansıyordu. İran-Irak savaşının 1987’de bitmesi,
Tahran’ın ilişkileri toparlama çabası, 1988’de Humeyni’nin ölümü,
Haşimi Rafsancani’nin cumhurbaşkanlığı döneminde artan pragmatist
yönelim, Lübnan’da İran’ı farklı taraflarla diyaloga geçmeye,
dengeli ilişkiler kurmaya iterken eskisi gibi destek göremeyen
Hizbullah yavaş yavaş kendi yağıyla kavrulmayı öğrendi.
Kuruluşunun ardından Hizbullah da kendi içinde ayrışmaya
başladı. Şeyh Subhi el Tufeyli ve Abbas el Musavi gibi isimler
hareketin ruhani lideri sayılan Ayetullah Muhammed Hüseyin
Fadlallah’ın da teşvikiyle pragmatik tutumlar benimserken Hasan
Nasrallah, İbrahim el Emin ve İmad Muğniye’nin başını çektiği grup
daha radikal bir çizgide ilerliyordu. Tufeyli harekete isyan
bayrağını çekerken Fadlallah da kendi yoluna gitti. Musavi’nin
1992’de öldürülmesinin ardından Nasrallah genel sekreter oldu ama
partinin Lübnan gerçeğine uyum süreci kesintiye uğramadı.
Geleneksel olarak Lübnanlı Şiiler, Humeyni’nin teokratik devlet
için formüle ettiği velayet-i fakih inancına karşı çıkan Necef
(Irak) havzasındaki Ayetullahlara tabi olurken Nasrallah, 1994’te
Hamaney’i mercii olarak kabul etti.
İran 1980’lerde Trablus merkezli Lübnanlı Sünni Müslümanlara da
destek verdi ama gerçek ittifak ilişkisini sadece Şiilerin bir
kanadıyla kurabildi.
Taif Anlaşması iç savaşın tüm taraflarına silahlara veda
ettirirken Hizbullah, İsrail’e karşı yürüttüğü savaş nedeniyle
istisna tutuldu. İç savaş sonrası mezhebi-dinsel bölünmeye dayalı
paylaşım sisteminde Şiilere düşen Meclis Başkanlığı’nı adeta
kendisine zimmetleyen Emel lideri Nebih Berri siyasette ana aktör
haline geldi. Hizbullah da yeni dönemin ruhuna uygun olarak bir
elinde silah diğer elinde oy pusulasıyla yasal alanda kendine yer
açtı. Bu süreç Hizbullah’a İslam devleti kurma hedefini rafa
kaldırtıp Şii, Sünni, Dürzi Müslümanlar ve Hıristiyanların birlikte
yaşadığı Lübnan gerçekliğine uygun siyasal tutum belirleme fırsatı
verdi.
İran’da Rafsancani’den sonra cumhurbaşkanlığına seçilen reformcu
Muhammed Hatemi de Lübnan’daki farklı yaşamların birlikteliğine
değer atfediyordu. Emel hareketinin kurucusu Musa Sadr’ın yeğeni
Zohre Sadıgi ile evli olan Hatemi’nin Lübnan hükümeti ve diğer
taraflarla temasları Hizbullah’ın da ilişkilerini gözden geçirmeye
itiyordu. 1992’deki seçimden itibaren ortak hareket eden ve bugün
‘Şii İkili’ olarak anılan Emel-Hizbullah, Lübnan siyasetinde
anahtar ya da kilit konumda. Hizbullah ordu ve istihbarat dahil
Lübnan kurumlarıyla iletişimini artırırken Batı-Körfez destekli
siyasal bloka karşı Hıristiyan, Dürzi ve Sünni partilerden kendine
ortaklar bulabiliyor. Mevcut siyasal tabloda ‘Şii İkili’ye rağmen
hükümet kurulması ya da cumhurbaşkanı seçilmesi mümkün değil.
Hasımları bu durumu Hizbullah’ın “Lübnan’ı esir alması”, “paralel
devlet kurması” ve “ülkeyi İran’ın çıkarlarına teslim etmesi”
olarak yorumluyor.
Hizbullah İran’ın yardımları dışında Şii orta sınıfın bağışları,
diasporadaki iş insanlarından gelen fonlar ve dini merciinin
temsilcisine ödenen vergiler sayesinde hastaneler, okullar ve
yardım kuruluşlarıyla sosyal tabanını güçlendirdi. Ayrıca İran’ın
yardımıyla kendi silah üretim tesislerini kurdu. Hizbullah 2000’de
İsrail’i çekilmeye mecbur eden güç olarak Lübnan siyasetinde bileği
bükülemez bir harekete dönüştü. 2006’daki 33 gün savaşında İsrail’e
bir kez daha yenilgiyi yaşattı. Bu sonuç Hizbullah’ı siyasi arenada
cumhurbaşkanı ve hükümeti belirleyecek konuma getirdi.
IRAK’I İRAN’A ALTIN TEPSİDE SUNAN İŞGAL
Direniş Ekseni’nin Irak ayağı ABD’nin 2003’te Irak’ı işgal
etmesinin ardından oluşmaya başladı. İran’da sürgün yaşamış hatta
Irak-İran savaşında Devrim Muhafızları’nın saflarında yer almış
Bedir Tugayı gibi örgütler artık Irak’ta iktidarın ortağıydı. Bir
hesap hatasıyla ABD, Irak’ı altın tepside İran’a sunmuştu. Halbuki
Ürdün Kralı Abdullah’ın tanımıyla “Şii Hilali kurmaya çalışan”
İran’ın önüne “edilgen ve uyumlu” Şii bariyer kurmak istiyorlardı.
Irak-Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) Musul’u ele geçirmesinin ardından
Irak’taki en büyük Şii mercii Büyük Ayetullah Ali Sistani’nin
fetvasıyla Haşd’uş Şaabi güçleri oluşturulurken sahadaki ana
stratejist ve oyun kurucu Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani idi.
Haşd’uş Şaabi içinde yer alan Bedir Tugayı lideri Hadi el Amiri,
Ketaib Hizbullah lideri Ebu Mehdi el Mühendis, Asaib Ehli’l Hak
Hareketi lideri Kays el Hazali ve Nuceba Hareketi lideri Ekrem el
Kabi gibi isimler Süleymani’nin dava arkadaşları olarak ‘Direniş
Ekseni’ne eklemlenmeye istekliydi. Hamaney’in velayet-i fakih
konumunu reddeden Necef havzasının en büyük mercii Sistani’ye kulak
verenler Haşd el Şaabi’nin ulusal güvenlik şemsiyesine entegre
edilmesini kabul ederken İran’a yakın olanlar Haşd el Şaabi’nin
olduğu gibi korunmasından yanaydı. Haşd el Şaabi’nin İran Devrim
Muhafızları gibi olmasını istiyorlardı. ABD, 2020’de Bağdat’ta
Süleymani ve Ebu Mehdi el Mühendis’i öldürünce Amerikan güçlerini
kovmak Irak direnişinin temel stratejisi haline geldi. Bu minvalde
ABD’nin Irak ve Suriye’nin kuzeydoğusundaki üslerine saldırılar
eksik olmadı. Irak’ta başbakanlığın Şiilerde olmasını çok önemseyen
İran, statükoyu sürdürebilmek için Direniş Ekseni ile birlikte
hareket edenler ile Tahran’a mesafeli duran Şii partilerin
‘Koordinasyon Çerçevesi’ adı altında buluşmalarını sağlamıştı.
SURİYE EKSEN İÇİN YENİ LABORATUVAR
Suriye’de ise yönetime karşı silahlı isyan, Direniş Ekseni’ndeki
örgütlerin kendi faaliyet sahalarından çıkmalarına neden oldu.
Elindeki silahları İsrail’e karşı kullandığı için Taif
Anlaşması’ndaki silahsızlanmadan muaf tutulan Hizbullah 2013’te
Lübnan’ı da tehdit eden Lübnan-Suriye sınırındaki Kalamun ve Kuseyr
cephelerinden Suriye’deki çatışmalara dahil oldu. Bu durum,
hareketi, İran’ın gündeminin peşine takıldığı ve İsrail’e karşı
tuttuğu silahları Suriyeli muhaliflere karşı kullandığı
suçlamasıyla karşı karşıya bıraktı. Fakat Nusra Cephesi ve cihatçı
müttefiklerinin Arsel, Hermel ve Baalbek hatlarından Lübnan’a
sarkmasını önlemesi bu eleştirileri kısmen bertaraf etti. ABD ve
Suudi Arabistan’ın 2005’ten itibaren Hizbullah’a karşı gizlice
beslediği Lübnanlı selefilerin Suriye’deki
cihatçılarla buluşması, Lübnan’ı mahvedebilirdi. Suriye cephesi
Hizbullah’ın savaş deneyimini ileri noktalara taşıdı. İran Devrim
Muhafızları ve Hizbullah’ın yardımıyla Halep, Humus ve Şam
kırsalındaki Şiiler de milis yapılanmasına dahil oldu. İran sadece
Iraklıları değil, Afgan Şiileri “Fatimiyyun Tümeni”, Pakistanlı
Şiileri “Zeynebiyyun Tugayı” adıyla örgütleyerek Suriye’ye taşıdı.
Bu yapılanma potansiyel olarak
Kudüs Gücü’nün Afganistan ve Pakistan’da vekil güçler edindiği
anlamına da geliyordu. Daha önemlisi İran, Irak ve Suriye
arasındaki akışı güvenli kılmak için iki ülke sınırındaki El
Kaim-Elbukemal kapısıyla bağlantılı Fırat güzergâhına yerleşti.
Irak-Suriye-Lübnan aksındaki bu geçişkenlik daha sonra Kasım
Süleymani’nin ‘Alanların Birliği’ adını vereceği stratejinin de
şekillenmesine hizmet etti.
DİRENİŞ’İN YALIN AYAKLILARI
Bu süreçte Direniş Ekseni’nin en dikkat çeken halkasını
Yemenliler oluşturuyor. Husilerin örgütü Ensarullah 2004-2010 arası
Yemen iç savaşında İran bağlantısıyla gündeme gelmişti. Savaş
tecrübelerine rağmen 2011 sonrası ‘Arap Baharı’nın getirdiği
türbülans sırasında biraz gölgede kaldılar. Fakat Riyad’ın
patronluğundaki geçiş sürecinde dışlanınca 2015’te başkent Sana’yı
ele geçirip ulusal birlik hükümeti teklif ettiler. Hatta kendi
paylarına düşen bakanlık koltuklarından feragat etmeye hazırdılar.
Suudiler, Yemen’den kaçan Cumhurbaşkanı Mansur Hadi’yi döndürecek
müdahale için Sünni koalisyon kurmaya çalıştı
ama olmadı. Başlattıkları savaşı bölgesel rakibi Birleşik Arap
Emirlikleri (BAE) ile birlikte yürütmek durumunda kaldılar. Bu
savaş Ensarullah’ı Tahran’ın biçimlendirdiği stratejik konsepte
yanaştırdı. Ensarullah 7 Ekim sonrası Gazze ile dayanışma
saldırılarına başladığında Direniş Ekseni’ndeki halkaya tam
anlamıyla girmiş oldu. Amerikan-İngiliz koalisyonunun Yemen’i
vurarak durdurmaya çalıştığı Husiler kolay bir lokma olmadıklarını
ispatladı.
Husiler Şiiliğin Zeydi koluna ait oldukları için otomatik olarak
İran’la ilişkisi mezhepsel bir düzlemde ele alınıyor. Caferiliğin
hakim olduğu İran’la aralarındaki bağı tanımlayan şey ‘mezhepsel
özdeşlik’ değil ideolojik paralellik. Zeydilik Şii mezhepleri
arasında Sünniliğe en yakın grup. Husi hareketi, adını 2004’te
öldürülen liderleri Bedreddin el Husi’den alıyor. Zeydiler ülke
nüfusunun yaklaşık yüzde 40’ını oluşturuyor. Ülke 1962’ye kadar bin
yıl boyunca Zeydi imamların kontrolündeydi. İmametin yıkılmasının
ardından Zeydilerin yaşadığı dini, siyasi, ekonomik ve kültürel
dışlanmışlığa karşı Husi hareketi gelişti. Hareket ilk olarak
1992’de kuzeydeki Saada kentinde “İnanan Gençlik” adıyla ortaya
çıktı. El Husi’nin 2004’te öldürülmesi üzerine hükümet güçleriyle
başlayan çatışmalar 2010’daki ateşkese kadar sürdü. Hareketin
liderliğini El Husi’nin kardeşi Abdülmelik el Husi yürütüyor. 1937’de Cizan, Asir
ve Necran vilayetlerini Yemen'den kopardığından beri bu ülkeyi asla
kendi haline bırakmayan Suudilerin bol bahşişli Vahhabilik
ihracatının hedefinde Zeydiler de vardı. Kendisi de Zeydi kökenli
olup Kuzey ve Güney Yemen’i birleştiren lider olarak ülkeyi 33 yıl
yöneten Ali Abdullah Salih, Suudilerin cömert desteğiyle Husilere
karşı savaş başlattığında İran bağlantısını da gündeme getirmişti.
WikiLeaks’in sızdırdığı 11 Kasım 2009 tarihli ABD Dışişleri’ne ait
gizli yazışmaya göre Salih, İran’ın Husileri silahlandırdığı
iddiasıyla destek arıyordu. Ama Büyükelçi Stephen Seche, Husilerin
“İran’ın mızrağı” olduğu ve Tahran tarafından silahlandırıldığı
gibi iddialara 5 yıldır kanıt sunulamadığını not ediyordu. Seche
ayrıca Husilerin askeri olarak bitirilebileceği düşüncesini “Hem
tehlikeli hem de yanıltıcı” olarak niteliyordu. İran’ın
desteğinin sembolik olduğunu söyleyenler de vardı. Genel kanaate
göre Husilerin İran’la ilişkileri 2015’te Suudilerin başlattığı
savaş boyunca gelişti. Riyad için Yemen’i bataklığa çeviren ve
ateşi Suudi kentlerine taşımayı başaran Husilerin başarısındaki
İran’ın payı hâlâ spekülasyonlara açık bir konu. Ottawa
Üniversitesi’nden Prof. Dr. Thomas Juneau’ya göre Husilerin
cephaneliğinin büyük bölümü Yemen ordusunun stokları, karaborsa ve
yerel üretimden
geliyor. Husilerin kullandığı füze ve SİHA’ların İran’dan
temin edilen hassas parçaların yerelde üretilen parçalarla
birleştirilerek elde edildiği düşünülüyor. Bu hibrid üretimde
Hizbullah ve Devrim Muhafızları uzmanlarının teknik destek verdiği
öne sürülüyor. Kızıldeniz'deki tankerlere karşı kullanılan Çin
yapımı gemisavar füzelerin Yemen ordusunun stoklarından alındığı ve
modifiye edildiği düşünülüyor.
İran’ın Direniş Ekseni’ni “Şii Hilali” oluşturma senaryosu
içinde ele alanlar da var. Özellikle Körfez medyası İran’ın nüfuz
ettiği bölgeleri Şiileştirdiği iddiasını gündeme getiriyor. Bilhassa
Elbukemal ve Mayadin arasındaki bölgelerde bu tür bir olguya
Şam’da Seyyide
Zeynep Türbesi’nin olduğu semtteki Şii varlığını ayrı bir çerçevede
değerlendirmek gerekiyor. Şii milislerin bulundukları yerlerin
görünümü değişse de bu iddialar mezhepçi propaganda savaşının
yansımaları olarak da görülebilir. Aynı iddialar Yemen için de
dillendiriliyor. Fakat Yemen’e bakıldığında Zeydi geleneğinin terk
edildiği ve Caferiliğe doğru bir dönüşüm yaşandığına dair ciddi bir
gözlem yok.
DETAYLI OKUMA İÇİN:
* Distant Relations: Iran and Lebanon in the last 500 years, H.
E. Chehabi, 2006, B.Tauris, London/New York
(Hizballah’s Public and Social Services and Iran, Judith
Harik) [Distant Relations: Iran and Lebanon in the last 500 years,
H. E. Chehabi, 2006, B.Tauris, London/New York]