Beş yıl önce, acil servis hekimi olarak tanımıştım Turgay Yıldız’ı.
Henüz salgın yoktu dünyada. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine de geçilmemişti henüz. Başbakan vardı. İşte o vakti zamanın, dönemin başbakanı, hastane acil servislerinin tedaviden öte, yuva kurma servisi haline geldiğini müjdelemişti:
Artık hastaneler o kadar şirin hale geldi ki, vatandaşlar oğullarını, kızlarını evlendirmek için acil servislere gidiyorlar, oralara yuvalar kurmak için ziyaretler yapıyorlar. Acil servisler artık sadece sağlık hizmeti vermiyor, yuva kurmak için de hizmet veriyor. İşte geldiğimiz nokta bu.
O sıralar iki dakikalık, kısacık bir video dolaşmaya başlamıştı ortalıkta.
Saçı sakalı birbirine karışmış yorgun, keyifsiz bir doktor, akıl dışılığın öfkesini acıyla gülümseyerek dile getiriyor, başbakanı teyit ediyordu. Arkadan gelen sesler acil serviste, olağan – sıradan zamanlardan biri olduğu izlenimini veriyordu. Gerçek bir doktor vardı karşımızda. Yine o sıralar yeni tanıştığımız, Anadolu’da devlet hastanesinde görevli genç bir hekim arkadaş, videoyu izlemeyi reddetmişti. Öfke ve acıdan.
Video 15 Temmuz’un hemen iki gün öncesinde YouTube’da yayınlanmış.
İki günde 250.000 kişi tarafından izlenmiş. Çeşitli kanallarda haber de olmuş, “acil doktoru kadın pazarlıyor” başlığıyla. Tabipler Birliği’nden birisinden, “bu yaptığınız meslek etiğine aykırı” serzenişi gelmiş video sahibine. Doktor olmadığına inandıramamış kimseyi, bazı tiyatrocular dahil!
Benzer türden başka örneklerle karşılaştıkça videonun profesyonel bir sanatçıya, Turgay Yıldız’a ait olduğunu neredeyse bir yıl sonra fark edecektim ben de.
***
Yıldız ilk kez 1982’de, 17 yaşındayken sahneye çıkmış. Oyuncu, yazar, yönetmen, müzik de yapıyor. Okullu ve alaylı. 39 yıllık meslek yaşamının ancak son birkaç yılında; internet medyası sayesinde kitlesel izleyiciye ulaşmıştı. En verimli döneminde ve kendisine en çok ihtiyaç duyduğumuz dönemde aramızdan ayrıldı.
Onu tanıyamadığımız, pek izleyici bulamadığı, dahası sahne bulamadığı internet öncesi dönem boyunca Turgay Yıldız, sadece tiyatro değil, hemen tüm sanatlar adeta adı konmamış fiili sansürle karşı karşıya kalmıştır. Görüntüsü, aktörleri, etkenleri değişse de tiyatroyla, sahneyle ve diğer sanatlarla birlikte 1980’lerden beri artan bir ivmeyle toplumsal, düşünsel, kültürel yaşam askıya alınmış gibidir.
Bu kırk yıl boyunca askıdaki her şey gibi gülme biçimimiz de değişti. 12 Eylül darbesinin idamlarla taçlandırılan şiddet ve baskı ortamında her şeyle birlikte, gülenler ve güldürenler değişti. Dönemin TİSK (Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu) Başkanı, arsız bir açık yüreklilikle “Şimdiye dek işçiler güldüler, şimdi gülme sırası bizde” demişti hemen darbe sonrasında. Öyle oldu.
Dipçik – namlu zoruyla sahneye konan “neoliberal ekonomi”, işverenleri, sermaye sınıfını güldürürken, sivil – özgürlükçü liberal tonton Özal da askerler gibi “ben zenginleri severim” diyecekti her zamanki neşesi ve açık sözlülüğüyle. Öyle iktidar eyleyecekti.
PARA KONUŞUR, MİZAH SUSAR
Yine de onca şiddet ve baskıya karşın toplumsallığı henüz imha edemediğinden 1980’lerin ilk yarısında Türkiye gerçek anlamıyla bir mizah patlaması yaşadı. Bir önceki darbenin; 12 Mart’ın içinde doğan Gırgır dergisi altın çağını yaşadı 12 Eylül sonrasında. Derginin darbe öncesi 280 bin dolayındaki tirajı 1981 – 1983 döneminde 500 bine ulaştı. 1985’de derginden ayrılan genç kuşak Limon’la yukarıdan çok aşağıdakilere vuran ANAP devri mizahını üretti. Toplumsallık çözülüyordu, mizah da.
Yine darbe sonrası ilk dönem sahne de canlanmış, şenlenmişti. Devekuşu Kabare, İnsanlığın Lüzumu Yok (1982), Beyoğlu Beyoğlu (1983) ve Yasaklar’ı (1984) tüm sezon boyunca kapalı gişe oynuyor, oyunların audio (ses), ardından video kasetleri peynir ekmek gibi satılıyordu tüm yurtta.
Gırgır’ın parçalandığı mizahın kulvar, dil değiştirdiği 1980’lerin ikinci yarısında, Devekuşu Kabare de düşüşe geçecekti.
Ferhan Şensoy’un 1980’de kurduğu Ortaoyuncular, ilk oyunu Şahları da Vururlar’la kendi izleyicisini yaratmış, kitleselleşmişti. ANAP’ın “muzır neşriyat yasası”ndan doğan Muzır Müzikal ilk günden itibaren saldırı ve tehditlerle karşılaşmış, 9 Şubat 1987’de 77. kez perdele açılmışken Şan Tiyatrosu yanıp kül olmuştu! Hemen ardından Ferhangi Şeyler’le “tek kişilik oyun” uygulamasını başlattı Ferhan Şensoy. O gün bugün sürdürüyor halimize, hallerimize sahneden bakmayı.
Yeşilçam, sulu sepken ucuz komediden uzaklaşıp, güncel ve toplumsala dayanan nitelikli mizahın parlak örnekleri verecektir yine 1980’lerin ilk yarısında: Faize Hücum (1982) başlangıç olarak alınabilir. 1990’larda özel TV’ler filmi makaslayarak ekrana getirecektir. Yaşasın liberal özgürlük!
Şener Şen, bu dönem filmleriyle ilk kez başrole çıkar: Namuslu (1984), Züğürt Ağa (1985), Çıplak Vatandaş (1985), Milyarder (1986)… Sonrasında onun filmografisinde bile mizah bitiyor!
Para konuşur, mizah susar.
1990’ların özel Tv – radyo “özgürlüğü”, gürültüyü, kahkaha efektli mizahı getirdi. Sit-com’lar, İngilizce “tıkaç” anlamına gelen gag’ler sardı ortalığı. Sahnedeyse stand up; meşaz kaygısız gösteri düzenine geçildi. (Yazım hatası değil, kendi ifadeleri böyle.)
Brecht’in deyişiyle, “Mizahın olmadığı bir ülkede yaşamak kötüdür. Fakat çok daha kötü olan, mizahsız yaşayamayacağın bir ülkede yaşamaktır.”
Yıllardır iki kat yoksunluğa, eziyete mahkumuz. Mizahsız yaşanmayacak hal ve zamanlardayız ve mizahın olmadığı bir ülkede yaşıyoruz.
KORKU VE ONUR
Turgay Yıldız, tüm bu sürecin içinden gelerek, kendi deyişiyle kovulma garantili oyunculuk eğitimini yaşayıp üreterek, yeni zamanın teknolojisiyle kendisinden, meslektaşlarından ve elbette bizlerden esirgenen mizahı yeniden inşa etmeye koyulmuştu.
Yıllardır büyük bir itinayla yukarıdan aşağıya iktidarlar eliyle imha edilen toplumsallık da ucundan köşesinden yeniden keşfediliyor, sadece insana özgü olan kahkahanın harcıyla yeniden temellendiriliyordu böylece.
Yıldız, uzun zamandır terk edilen aşağıdakilerin yukarıya bakışı, itirazını dile getiriyor aynı zamanda çaresizlik, yalnızlık, yalıtılmışlık bariyerlerini şen şakrak aşmanın hazzını da getiriyordu.
Gülün Adı’nda kilisenin gülmeye dair kaygıları tarih boyunca din, düzen fark etmeksizin tüm yetkeler, tüm yukarıdakiler, tüm muhafazakarlar için geçerlidir:
Gülmek korkuyu öldürür. Ve korku olmadan inanç olmaz.
***
“Cesur değilim, onurumu korumaya çalışıyorum” diyen Turgay Yıldız, tam da yukarıdaki ortaçağ skolastiğinin ilkesini güncelliyor; mizah yoluyla korkuyu öldürüyordu.
Edward Said’e göre entelektüel, "Kamu adına bir mesajı, görüşü, tavrı, felsefeyi ya da kanıyı temsil etme, cisimleştirme, ifade etme yetisine sahip olan bireydir.” Entelektüelin görevi, “belli bir ırkın ya da ulusun çektiği acıları daha geniş bir insani bağlama oturtup bu deneyimi başkalarının acılarıyla ilişkilendirmektir."
Gerçek bir sanatçıyı, vicdan ve onur sahibi gerçek bir entelektüeli kaybettik.