Turgut Kazan'dan TBMM Başkanı Kurtulmuş'a Can Atalay mektubu

Eski İstanbul Barosu Başkanı Turgut Kazan, TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’a mektup yazarak TİP Hatay Milletvekili Can Atalay hakkındaki Yargıtay kararıyla ilgili uyarıda bulundu.

Abone ol

DUVAR - Eski İstanbul Barosu Başkanı Turgut Kazan, TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’a, TİP Hatay Milletvekili Can Atalay hakkındaki AYM kararını iki kez uygulamayan Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin kararı ile ilgili mektup yazdı

Yargıtay’ın, Gezi Davası'nda 18 yıl hapis cezası verdiği Atalay hakkındaki bu hükmün TBMM Genel Kurulu’nda okunmasını ve vekilliğinin düşürülmesini istediğini belirten Kazan, “Hemen belirtmeliyim ki, söz konusu kararın okunmasıyla, milletvekilliğinin düşürülmesi, TBMM’nin de Anayasa Mahkemesi kararını tanımadığı/tanımayacağı anlamına gelir. Ve böylece bireysel başvuru yolunun TBMM’ce de yok sayıldığı, hukukun da ayaklar altına alındığı sonucu doğar” dedi.

T24'ün haberine göre, Kazan, Atalay ile ilgili AYM kararının uygulanmamasının yargısal aktivizm anlamına geldiğini, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin bunu yaparken, Pakistan’da Anayasa Mahkemesi’nin verdiği bir kararı örnek göstererek, “korkutma ve suçlama” yolunu seçtiğini vurguladı. Kazan, 1996’da, dönemin Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan’a hükümeti kurma görevinin AYM kararı sonucu verildiğini anımsatarak, Yargıtay’ın Atalay kararında işaret ettiği kuralların da 12 Eylül darbesinin mimarı, eski Cumhurbaşkanı Kenan Evren tarafından getirildiğine dikkati çekti.

'YAPILANLARA İNANAMIYORUM, UTANIYORUM'

Kazan, mektubunda şunları belirtti:

“Mutlaka biliyorsunuzdur, 61 yıldır avukatlık yapmaya çalışıyorum. Hep Türkiyemizin gerçek bir hukuk devleti olabilmesi için çaba harcadım. Hiç kuşku yok ki, temel hakları koruyabilmenin, insanlarımıza korkusuz yaşama sağlayabilmenin tek yolu, bağımsız ve kaliteli bir yargıya sahip olmaktır. Ama özellikle meslektaşım Şerafettin Can Atalay’la ilgili Anayasa Mahkemesi kararından sonra, yargı adına yapılanlara inanamıyorum, utanıyorum. Ve TBMM Başkanı olarak, bu sorun mutlaka önünüze geleceği için görüş ve önerilerimi bilginize sunmak istiyorum. Hemen belirtmeliyim ki, söz konusu kararın okunmasıyla, milletvekilliğinin düşürülmesi, TBMM’nin de Anayasa Mahkemesi kararını tanımadığı/tanımayacağı anlamına gelir. Ve böylece bireysel başvuru yolunun TBMM’ce de yok sayıldığı, hukukun da ayaklar altına alındığı sonucu doğar."

“Yargıtay kararının anayasal dayanağı yoktur. Mahkumiyet hükmünün onanmasıyla artık o dosya için Yargıtay’ın görevi sona erer. Yargıtay zaten durma veya yargılamayı yenileme kararı veremez ki, Anayasa Mahkemesi’nin ihlal kararı üzerine, böyle bir yetkiye sahip olabilsin. Evet, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin onamasıyla mahkûmiyet hükmünün kesinleştiği doğrudur. Ama bireysel başvuru sonucu eğer ihlal kararı verilmişse, ilgili mahkemenin (yani olayımızda İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin) hiç tartışmasız o ihlal kararında gösterilen işlemleri mutlaka yapması gerekir. Nitekim, Anayasa’nın 148/5 maddesi uyarınca çıkarılan, 6216 sayılı yasanın 50. maddesinde, bırakalım Yargıtay üyelerini, Türkçe bilen herkesin kolayca anlayabileceği biçimde, ‘İhlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için, yeniden yargılama yapmak üzere dosyanın ilgili mahkemeye gönderileceği’ belirtiliyor. Dolayısıyla, Anayasa Mahkemesi’nin değil doğrudan Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin “yargısal aktivizm” yaptığı apaçık anlaşılıyor. Üstelik, yine Anayasa’nın 6/3. maddesinde, ‘Hiç kimse veya organ kaynağını Anayasa’dan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz’ denilmiş olmasına rağmen, Yargıtay 3. Ceza Dairesi hiçbir anayasal ve yasal kaynağı bulunmayan bu yargısal aktivizmi bütün topluma dayattığı gibi, TBMM’ne bile kabul ettirmeye çalışıyor.”

Kazan, “durum çok açık ve tehlikeli” diyerek Kurtulmuş’u uyardığı mektubunda, Yargıtay’ın Atalay kararında, kendi kararının “kesin” nitelikte olduğunu, AYM kararına uyulmamasının da “değişik iş kararı” anlamına geldiğini vurguladığını anımsattı. Kazan, şöyle devam etti:

“Dolayısıyla Anayasa Mahkemesi’nin verdiği her ihlal kararına karşı, Yargıtay’ın eski kararında direnebileceği gibi Anayasa Mahkemesi kararındaki ihlali kaldırmayacak şekilde karar vermesi mümkündür deniliyor. Öyle korkunç bir anlayış ki, bırakalım anayasal hukuk devletini, Türkiye’mizin artık bir kanun devleti bile olmadığını/olamayacağını itiraf niteliği taşıyor. Ve insanlarımızın temel haklarının tamamı için, hiçbir güvence kalmadığını gösteriyor.

Öyle anlaşılıyor ki, Yargıtay 3. Ceza Dairesi kararını anayasal/yasal ve içtihatlardan herhangi bir dayanak bulamadığı için, siyasal/ kurgusal ve hayal ürünü komplo teorileriyle dolu bir korkutma ve suçlama metni kaleme almak zorunda kalmıştır. Bir bakıyorsunuz, kendi ürettiği komplo teorisini inandırıcı kılmak için Arap Bahar’ına atıf yapıyor. Bir bakıyorsunuz, Pakistan AYM’nin güvenoyu konusundaki kararıyla, “seçilmiş ve meşru” İmran Han’ın, başbakanlıktan nasıl düşürüldüğü anlatılıyor. Ve sonuçta, cumhurbaşkanının meşruiyeti iddiası yoluyla, Türkiye AYM’nin de benzer bir karar verebileceği tehlikesi dile getiriliyor. Ayıca, Anayasa Mahkemesi’ne tanınan böyle bir yetkiyle, örneğin Fethullah GÜLEN, Cemil BAYIK, Murat KARAYALÇIN, Duran KALKAN gibi kişilerin, (sanki böyle bir örnek yaşanmış gibi) TBMM’ne milletvekili olarak girebilmesini savunmanın mümkün olamayacağı söyleniyor.

Doğrusu, mesleği avukatlık olan ve çok bilinen bazı davalarda yaptığı avukatlık göreviyle tanınan Şerafettin Can Atalay’la kimlikleri sıralanan kişiler arasında benzerlik kurmaya çalışmanın, hukuksal hiçbir değeri yoktur, olamaz. Sadece, Anayasa Mahkemesi’ne tanınan yetkiler çok büyük tehlikelere yol açabilir denilmiş oluyor, o kadar. Ve devamında ‘Atalay’ın 2. başvurusunu, birçok önemli dosyanın önüne alarak incelenmesi de dairemizce manidar bulunmuştur” denilerek, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarıyla tehlikeler yaratılabileceği iddiasına, inandırıcılık kazandırma çabası harcanıyor. Oysa, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nde de yıllardır bekleyen dosyalar öylece dururken, bazı dosyaların nasıl öne çekildiğini hepimiz biliyoruz. Pakistan’daki güvenoyu kararına gelince, Yargıtay 3. Ceza Dairesi kararına göre muhalefet çoğunluğu ele geçirdiği için güvenoyuna başvurulmasını istemiş. Güvenoyu engellenince, AYM’ne gidilmiş. AYM güvenoyu yapılmasına karar vermiş. Böylece, güven alamadığı için, “seçilmiş ve meşru” Başbakan İmran Han düşürülmüş. Tabii, ulaşılan sonuç hangi kurala aykırıdır ve niçin tehlikelidir açıklanmıyor. Ama, bu örnekle, bizim Anayasa Mahkemesi’nin de benzer bir tehlikeyi yaratabileceği söylenmiş oluyor, Şimdi bizim Anayasa’mızda güvenoyu kurumu kalmadı ama, güvenoyu kuralının bulunduğu dönemde, bizim Anayasa Mahkemesi’nin de güven oylamasına ilişkin çok bilinen bir kararı vardır ve bu kararla hükümet değişikliği gerçekleşmiştir. Yargıtay 3. Ceza Dairesi Pakistan’a atıf yapacağına keşke kendi yaşadığımız örneği okuyup değerlendirmiş olsaydı…”

Kazan, 1996’da, dönemin Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz tarafından kurulan hükümetin güvenoyu almasına ilişkin TBMM kararını Anayasa Mahkemesi’ne taşıdığını anımsatarak, “O tarihte, laik Cumhuriyet sevdalısı Yekta Güngör Özden Anayasa Mahkemesi Başkanı’ydı. Ahmet Necdet Sezer de üyeydi. Anayasa kuralına göre, o kararın katılanların salt çoğunluğuyla alınması gerekiyordu. Dolayısıyla, oylamadaki çekimser oylar yok sayılarak, kabul ve ret sayısına göre karar verilmesi yanlıştı ve Anayasa’ya aykırıydı. Hakim, hukukçu kurala bakar ve o kurala göre karar verir. Eğer biz iptal kararı verirsek, Necmettin Erbakan hükümeti kurulur, bu çok tehlikelidir, mutlaka önlememiz gerekir demez, diyemez. Nitekim, o güvenoyunun iptaline karar verildi, Mesut Yılmaz dâhil hiç kimse bağırıp çağırmadı, bu yargısal aktivizmdir demedi. Cumhurbaşkanı hükümeti kurma yetkisini Necmettin Erbakan’a verdi. Yani, 1996’larda iyi/kötü demokrasimiz demokrasi, yargımız da yine iyi/kötü yargıydı” dedi.

Kazan, sorunun anayasanın dokunulmazlıklarla ilgili 83 ve bu maddenin istisnalarını belirleyen 14. Maddesinden kaynaklandığını anımsatarak, şöyle devam etti:

“Anayasa Mahkemesi bu düzenlemeyi belirlilik ve öngörülebilirlik niteliği taşımadığı için, en temel hukuk kuralı olan kanunilik ilkesine aykırı buluyor. Nitekim, başta Gergerlioğlu kararı olmak üzere, bir çok AYM kararında aynı değerlendirme yapıldı. Ve hiçbir kriz çıkmadı. Zaten bağlayıcı olduğu için, Anayasa Mahkemesi kararı uygulandı. Böylece, bu konuda bir içtihat oluştu. Şerafettin Can Atalay için de aynı anlayışın sürdürülmesi gerekirken, bu topraklarda 2000 yıldır uygulanagelen, şimdi kanunilik ilkesine apaçık aykırı bir çizgi izlemeniz isteniyor. Kesinleşmiş karar TBMM’de okunsun, olsun, bitsin deniliyor. Oysa, Anayasa Mahkemesi söz konusu düzenleme kanunilik ilkesine aykırı olduğu için Anayasa’nın 14/3. maddesi uyarınca yasal bir düzenleme yapılmasını öneriyor. Dolayısıyla, Anayasa Mahkemesi kararları bağlayıcı olduğuna göre ve Anayasa’nın 14/3. Maddesi uyarınca, yasal bir düzenlemeyle hangi suçların bu kapsamda olacağının mutlaka gösterilmesi gerekiyor. Yargıtay 3. Ceza Dairesi ise, üstelik yetkisini aşarak ve kendini yasama organı yerine koyarak, Anayasa’nın 14. Maddesinin, TCK’nun 302,307,309,310,311,312,313,314,315 ve 320. maddelerini içerdiğini belirterek, tam bir yargısal aktivizm yapıyor. Hatta, anayasa koyucunun sadece çerçeveyi çizerek, içini doldurma görevini yargıya bıraktığı, yani bilinçli bir tercih yaptığı gibi inanılmaz bir varsayıma dayanıyor. Hemen 1982 Anayasası’nın hazırlanma sürecini gösterir kaynaklara bakıyoruz. Darbecilerin oluşturduğu Danışma Meclisi bile, yasama dokunulmazlığı için, anayasal geleneğimize uyarak, sadece “ağır cezayı gerektiren suçüstü hali(ni)” istisna olarak kabul etmiş. Ama, metin Milli Güvenlik Konseyi önüne gelince, Kenan EVREN “14. Maddedeki durumlar hariç” cümlesini ekleyerek, ikinci bir istisna icat etmiş. Bu nedenle, günümüzde darbe anayasasını değiştirmeliyiz türküleri söylenirken, Kenan Evren’in kaleme aldığı bir istisnanın öne çıkarılması, ibretlik bir yargı aktivizmi olduğu gibi, Kenan Evren’e de övgü niteliği taşıyor.

Sonuç olarak, Yargı organları krizi yaşadığımız iddiası, kesinlikle doğru değildir. Bir kere, Anayasa’nın 153/son maddesinde, AYM kararlarının yargı organlarını da bağlayacağı açıkça belirtiliyor. Demek ki, Atalay konusunda da bu kurala uyulacaktır. Dolayısıyla, TBMM de, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin yetkisini aşarak verdiği 03.01.2024 günlü yargısal aktivizm niteliğindeki nezaket dışı ve saldırgan düzeyde olan “kesin hüküm nedeniyle hükümlü sıfatını kazanan Şerafettin Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesine yönelik işlemlere başlanması için, kararın bir örneğinin anayasal zorunluluk nedeniyle gereğinin ifası için TBMM Başkanlığı’na tekrar gönderme” kararına uyulamaz ve AYM’nin ihlal kararı varken, sözü edilen mahkûmiyet kararı, Anayasa’nın 84/2. Maddesi uyarınca TBMM’nin bilgisine sunulamaz. Tam tersi, AYM’nin 21.12.2023 günlü kararında, gayet incelikle “ilginiz nedeniyle TBMM’ne gönderilen” 21.12.2023 günlü AYM kararında da vurgulanan eksikliğin (hiç değilse sonrası için) giderilmesi amacıyla girişimde bulunmanızın çok doğru ve yararlı olacağına inanıyorum. Örneğin, TBMM’nde temsil edilen bütün siyasi partilerden birer üyesinden oluşturulacak özel bir komisyon kurularak, AYM kararındaki değerlendirmeye ve kanunilik ilkesine uygun bir yasal düzenleme yapılmasını sağlamanız dileğiyle, durumu takdirlerinize sunuyorum.” (HABER MERKEZİ)