Son yılların çoraklığını daha iyi hissetmek için belki de şunu bir kez daha hatırlamak iyi olabilir. Bu seçimde ilk kez oy kullanacak olan seçmen grubu, ‘yaşamları boyunca’ Erdoğan’dan başka muktedir, AKP’den başka iktidar görmedi! Siyaseti böyle bir şey, siyasetçileri de yalnızca bu şekilde davranabilen insanlar zannediyorlar.
Bugün, (Mülkiyeli) yazar/edebiyatçı Cemal Süreya’nın, portreler
kaleme aldığı 99 Yüz (İzdüşümler – Söz Senaryosu) adlı
eseri anacağım (YKY yayınları, 2004). Ancak bu eserde yer alan 99
ismi ve Süreya’nın onlar hakkındaki denemelerini tek tek anlatmak
ne mümkün ne gerekli. Bu yüzden, eserin hem ilk okuduğumda hem de
bu yazı için bir kez daha kurcaladığımda bana düşündürdüklerini
anlatmaya çalışacağım. Kitabı, onunla henüz tanışmamış okurlara,
hele ki şu seçim günlerinde, hararetle tavsiye ederim.
Yıllar sonrasından bakıldığında, AKP iktidarını da içeren
2000’li yıllar Türkiye’de pek çok sorunun aynı anda tartışılıp
mücadele konusu olduğu bir dönem olarak anılacak. Bir yandan çağın
gereklerini inatla reddetmekten, öte yandan dünyanın genel hâli
düşünüldüğünde ‘olağan’ kabul edilebilecek zorluklarla yüz yüze
kalmış olmaktan kaynaklanan sorunlar. Bir de tabii, seksen yıldır
halının altına süpürülmeye çalışılan ne kadar derdimiz varsa, hep
birlikte ortalığa saçılmış olmalarından! Bu nedenle, henüz sona
ermemiş olan AKP’li yıllarda yaşananlar, yıllar sonrasında,
kötülüklerinin yanında ‘bazı temel tarihsel düğümlerin’ çözülmeye
başladığı bir dönem olarak hepimiz tarafından daha soğukkanlı
değerlendirilecek muhtemelen.
Şu aşamada bazı hasarları tespit etmek içinse, sanırım on yıllar
geçmesine gerek yok. ‘Hasar’ ifadesiyle kastım, yukarıda altını
çizmeye çalıştığım ‘olağan değişim’ çizgisinde hiç de ‘zorunlu
olmayan’ türden alt üst oluşlar. Kolay kolay onarılamayacak ya da
hayli zaman alacak ‘zararlar.’ Örneğin doğaya verilen zarar,
örneğin eğitime verilen zarar (ki en az bir kuşak demek), örneğin
devletin iskeleti olan bürokrasiye verilen zarar (açıkça, neredeyse
çökecek hale getirmek), örneğin zaten ne kadar olduğu tartışılır
‘toplumsal uzlaşma’ duygusuna verilen zarar, örneğin hukuka saygı
ve sadakat ilkesine verilen zarar... Listeyi uzatmak mümkün.
99 Yüz / İzdüşümler - Söz
Senaryosu, Cemal Süreya, YKY, 2004, 474 syf.
Hâl böyleyken, halihazırdaki yönetim bugün değişse, bazı
yaraları sarmak çok zaman alacak; bir kısmıysa, sarılamayacak
muhtemelen. Şu anda Türkiye, hukukun temel ilkeleri bakımından,
yabancılardan örnek ararsak 1215 tarihli Magna Carta’nın, yerli
örnekle 1839 tarihli Tanzimat Fermanı’nın ‘bazı’ temel ilkelerinin
gerisinde!
Son on altı yılı düşününce, sanırım ‘eskisinden kötü oldu’
diyebileceğimiz gelişmelerden biri de, siyasetteki renkliliğin ve
sert eleştiriye azami tahammülün kaybolması. Cumhuriyet tarihi
boyunca muhalif yazar çizerlerin, sanatçıların, akademisyenlerin
keyfi hiç bir zaman yerinde değildi ancak özellikle basın
konusundaki uzmanların yazdıklarına bakılırsa, böyle bir dönem
yaşanmadı. Şu anda ‘cumhurbaşkanına hakaret’ konulu soruşturmaların
sayısı kırk binleri bulmuş durumda. Ancak sözünü ettiğim, yalnızca
yargıya intikal etmiş konular değil. Çünkü, tahmin edilebileceği
gibi on kişiyi susturmak için onunu birden yargılamaya gerek yok!
Yaratılan atmosfer, çok insanı da sindirmiş durumda. Popüler
kültüre ilişkin yalnızca bir iki örnekle açmaya çalışayım:
Seversiniz sevmezsiniz, rahmetli Levent Kırca’nın “Olacak O
Kadar” adlı TV programını bugün yapmak, hatta hayal etmek dahi
mümkün değil. Ne buna cesaret edecek bir yapım şirketi ne de yer
verecek bir TV kanalı var. Yapmaya kalkışana bir daha gün yüzü
göstermezler. Daha da erken bir tarihe, 1980’lere gidelim.
Çocukken, Devekuşu Kabare, bilinen adıyla Zeki-Metin’in (Zeki
Alasya ve Metin Akpınar) oyunlarına götürmüşlerdi. Bir de,
hatırlayan çıkacaktır, Kabare’nin oyunları teyp kaseti olarak da
çıkıyordu. O kasetleri de alır dinler ve ezberlemeye çalışırdım! O
günün koşullarında oynanan skeçleri, o iktidar eleştirisini bugün
sahnelemeyi tahayyül edemezsiniz. Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığı
döneminden söz ediyorum. 12 Eylül koşullarından! Yine, gençlik
hastalığımız olan Gırgır’ı düşünün. Kuşkusuz üç beş mizah
dergisi var ama şu anda Gırgır çapında iş ve muhalefet yapan bir
dergi yok. Vahim bir çoraklaşma yaşıyoruz. Bazı konularda hakikaten
çok ama çok berbat bir yere savrulduk.
Şunu da düşünelim; Recep Tayyip Erdoğan, Belediye
Başkanlığı’ndan bugüne çeyrek yüzyıldır yaşamımızda. Hatta son on
altı yıldır, başka bir şey konuşamaz haldeyiz. Bu zaman zarfında
tek bir ‘espri’ hatırlıyor musunuz? Zorlayın zihninizi, bir tek
şaka, bir tek eğlenceli söz... Çok ilginç değil mi! Ecevit de pek
mizah malzemesi vermezdi ama zarafeti ve şiirleriyle gündemde
olurdu hiç olmazsa. Bunca yıldır Erdoğan’ın insanları gülümseten
tek bir anısını hatırlıyorum; attan düşmesi! Bu da nihayetinde
sağlıkla ilgiliydi ve hiç komik değildi.
Demirel, Erbakan, Özal, Ecevit, çok eleştirildi. Eleştirilecek
pek çok nitelikleri vardı ve tabii Türkiye’nin bu hale gelmesinde
büyük payları oldu. Hiçbirine sevimlilik muskası takacak halimiz
yok. Ancak aynı insanlar, nihayetinde Cumhuriyet kuşağının
ferdiydiler. En sağcısı da en solcusu da. Bunun önemli olduğunu
düşünüyorum. Yani Cumhuriyet kuşağı olmanın ve buna değer vermenin,
çeşitli kesimlerden insanları ortaklaştıran bir yanı var. Hepsi,
farklı ölçülerde de olsa, edindiklerini ‘bir rejim olarak’
Cumhuriyet’e borçlu olduklarının farkındaydı. Siyasal İslam’ın ilk
partisinin genel başkanı Necmettin Erbakan dahil! Cemal Süreya’nın,
“Dünyanın en barışçıl Müslümanı. Kaleci Cihat’ı bile görmezlikten
gelir. Cihat kavramı onun için diyalogda fırsatçılık için vardır,”
sözleriyle betimlediği, Erbakan...
Sözün özü, uzun yıllar gündemde kalan bu isimler, ‘modernleşme
tarihimizin’ farklı ideolojilere ve bireysel hikâyelere sahip
ürünleriydi. Farklılıkları kadar, ortaklıkları da vardı. Hepsi
kendi alanlarında iyi eğitim almış insanlardı örneğin. Yine hepsi,
kendi tarihleri ve dünya hakkında, farklı ölçülerde de olsa temel
asgari bilgiye sahip liderlerdi. Ayrıca görünür insani zaafları
vardı; mizahçılara bolca malzeme sunuyor ve bundan pek rahatsızlık
duymuyorlardı.
Bugün, günahlarıyla ve sevaplarıyla yıllara damga vuran o
siyasetçilerin rengi yok Türkiye’de. Gerçi aynı yıllar içinde, ABD
Kennedy’den Trump’a, Fransa Mitterrand’dan Sarkozy’ye ve Macron’a,
Almanya Willy Brandt’tan Merkel’e geriledi; bu da doğru. Kuşkusuz
‘gelinen nokta’ derken, yalnızca AKP ve Genel Başkanı’ndan söz
etmiyorum. Muhalefet partileri açısından da durum çok parlak değil.
Farklı ideolojilerden yurttaşı etkilemeyi ve cezaevindeyken
dışarıdakilerden daha verimli siyaset yapmayı başaran Demirtaş’ı
bir kenara koyarsak, halihazırdaki parti liderleri son derece
‘renksiz’ simalar. Ve toplumsal gerginlikten midir, partilerdeki
tek adamlık merakından mıdır, yoksa bu dönemin talihsizliği midir
bilemiyorum, ‘solist altı’ kadro da ziyadesiyle etkisiz. Hadi
bırakalım İnönü ile mücadele eden Kasım Gülek’leri, DP’nin baş
belası ve güçlü hatip Osman Bölükbaşı’ları, kuş kadar oy ile
sistemi sarsan koskoca Behice Boran’ları, Mehmet Ali
Aybar’ları...
Daha yakın zamanlara bakalım. Bakarken, Cemal Süreya’nın
‘sözcüklerinden’ de yararlanalım...
Örneğin, “Deniz Baykal’ın İstanbullusu ve temizi,” İsmail Cem.
Başlı başına bir siyasi figürdü. Demirel’in en yakınındakiler;
“salon hatibi ve slogan ustası İzmirli avukat,” Hüsamettin Cindoruk
ve ‘abi’ İsmet Sezgin. Seçim zamanı geldiğinde, sokaklarda
propaganda yürüyüşleri yapan ve tokalaştığı insanı kendisine çekip
‘öpen’ Hasan Celal Güzel. Süreya’nın, “güneş gözlüğü takmış yumru
kök şekerpancarına,” benzettiği ve “dört eğilimi nefsinde toplamış”
dediği, Mülkiyeli Hasan Celal Güzel.
Ha keza, “Görünmeyen adam ve ANAP’ın geveze olmayan tek kişisi,”
Mehmet Keçeciler. “Namaza dururken eski oto satan ve tribün için,
özellikle karşı takım için oynayan sporcu,” Adnan Kahveci...
Siyasette çok az oyalanıp büyük etki yapan, “demokrasimizin utangaç
jokeri ve gerçek anlamda cesaret sahibi,” Erdal İnönü. Sol
siyasette saygın bir isim, bir umut ve “nergis çiçeği gibi ve bunun
fazlaca farkında olan,” Aydın Güven Gürkan. “İlk paltosunu Meclis’e
girdiğinde edinen” Hasan Fehmi Güneş. Güzel insan, “meyve olarak
dünyaya gelseydi kavun” olacak, İmren Aykut. “Tenis oynayan
gelincik-zerdeva,” Kaya Erdem...
Daha ne isimler, bir döneme damga vurmuş ve bugün yaşamlarında
ilk kez oy kullanacak olan neslin adını dahi duymadığı ya da
yalnızca adını duyduğu insanlar...
Son yılların çoraklığını daha iyi hissetmek için belki de şunu
bir kez daha hatırlamak iyi olabilir. Bu seçimde ilk kez oy
kullanacak olan seçmen grubu, ‘yaşamları boyunca’ Erdoğan’dan başka
muktedir, AKP’den başka iktidar görmedi! Siyaseti böyle bir şey,
siyasetçileri de yalnızca bu şekilde davranabilen insanlar
zannediyorlar. Eğer yakın tarihe özel bir merakları yoksa,
Türkiye’yi de böyle bir memleket. (Gerçi bu sonuncusunda çok
yanıldıkları söylenemez!)
Cemal Süreya’nın portreleri, bana bunları düşündürdü seçim
öncesi.
Okuduğunuz yazı, Cemal Süreya’nın, Ekim 1989’da gazetelerde
yayınlanan bir şiiri/mektubuyla bitsin. Başbakan Turgut Özal’a
ithafen. Konusu, birlikte intihar önerisi!
Turgut Özal’a Birlikte İntihar Önerisi
“Ülkemizi sizden,
Sizi de kendi özel sıkıntılarınızdan
Kurtarmak için
Arkadaşım Muzaffer Buyrukçu’yla
Bir önerimiz var:
İntihar etmelisiniz!
Ben ve Buyrukçu bu konuda
Dostça omuz veriyoruz size.
Gelin, halkın önünde,
Üçümüz birlikte intihar edelim.
Yer: Kadıköy iskelesinin önü,
Gününü ve saatini siz saptayın.
Ülkemiz sizden kurtulsun,
Biz de bir işe yaramış olalım.”
Bildiğim kadarıyla, bu şiir/öneri nedeniyle Cemal Süreya’nın
başına hiç bir şey gelmedi, soruşturma, dava vs. açılmadı.
Özellikle çok genç okurlar için hatırlatıyorum bunları. Türkiye
pek matah bir yer değildi belki ama şu anda tanık oldukları gibi de
değildi...