14 ve 28 Mayıs seçimlerinde siyasal İslamı temsil eden güçlerin tüm hile, baskı ve devlet olanaklarını kullanmak suretiyle başarı elde etmesi ve kitle tabanı olarak önemli bir güce sahip bulunması, toplumdaki dinsel hegemonyanın ve laiklik sorununun tarihsel olarak yeniden değerlendirilmesini gerektiriyor.
Kurtuluş Savaşı, Türkiye’deki emperyalist güçlerin temizlenmesinin yanı sıra üülke pazarından Ermeni, Rum burjuvalarının da kovulmasını amaçlıyordu. 1923 Devrimi, ülkemizde yerli ve güçlü bir sanayi burjuvazisinin oluşmaması nedeniyle sınıfsal anlamda toprak ağalarının ve ticaret burjuvazisinin desteği ile gerçekleşebildi.
Bu çerçevede yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti, feodalizmle devrimci bir biçimde hesaplaşarak değil uzlaşarak kapitalist yola giren bir politik devrim olmuştur. Türk Devrimi, bu anlamda radikal bir burjuva devrimi değil reformist (uzlaşmacı) bir burjuva devrimi olarak kabul edilmektedir. (Bakınız: Sait Almış – Mehmet İnanç Turan: Türkiye Komünist Partisi ve Marksizm, Etki Yayınları, 2014).
Laiklik meselesine gelince, yine Almış ve Turan’a göre, “Dinin burjuva devletinin kontrolü altına alınması (Türkiye tipi laiklik) bu amaçla bağlantılıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nda şeriat, kapitalizmin gelişimini yavaşlatan bir unsurdur. Kemalizm, dini egemenliği altına alarak bu engeli ortadan kaldırmak istemiştir”.
BATI’DA DİNİ VESAYETİN TASFİYESİ
1648 İngiliz ve 1789 Fransız devrimleri, çağının koşullarında burjuvazinin öncülüğünde halk sınıflarının da kitle desteğini alarak “aşağıdan yukarıya doğru” radikal bir biçimde feodaliteyi tasfiye eden devrimlerdir. Bu devrimlere öncülük eden burjuvazi, feodal sınıfın tüm siyasal gerici kurumlarını da tasfiye etmiştir.
Prof. Dr. Taner Timur’a göre, “Fransız Devrimi, Fransa’da Kilise’nin mülkünü müsadere ederek dini vesayetin sınıfsal temellerini yok etmiş ve ‘İnsan ve Vatandaşlık Hakları Bildirisi’ ile tüm dünyaya bir özgürlük dersi vermiştir. (Taner Timur: İslam, Laiklik ve Aydınlanma Savaşı, Yordam Kitap, 2019).
Batı’da din ve kilise hegemonyasına 15 ve 16. yüzyıllardan itibaren filizlenen kapitalist üretim ilişkileri ve devrimci burjuvazi son vermiştir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Fransız Devrimi ve İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi de bu devrimci sınıfın eseri olmuştur.
SALTANATIN KALDIRILMASI
Ülkemize geldiğimiz zaman aydınlanma ve çağdaşlaşmanın gerçekleştirilmesi kolay olmamıştır. Kurtuluş Savaşı sürecinde Büyük Millet Meclisi’ndeki gerici blok, hilafetin ve saltanatın kaldırılmasında büyük bir direniş göstermiştir.
1922 Ekim’inde emperyalist güçler, Lozan görüşmelerine padişahın güdümündeki İstanbul Hükümeti temsilcilerini de davet edince Mustafa Kemal Paşa ve Ankara Hükümeti, saltanatın kaldırılmasıyla ilgili kanun tasarını gündeme getirmiştir.
Meclis’te güçlü olan muhafazakar grup, ciddi bir direnişe başlamış, grup sözcüsü Afyon milletvekili İsmail Şükrü Efendi, “hilafetin görevi, adaleti sağlamak amacıyla şeriatı uygulamaktır” şeklinde bir savunma yapmıştır.
Mustafa Kemal Paşa da, 30 Ekim 1922’de Meclis’te yaptığı konuşmada, saltanat ve hilafet ilişkilerini tarihsel derinliği içinde ortaya koyarak bu iki kurumun bir arada olamayacağını söylemiştir. Sonuç itibariyle Mustafa Kemal ve arkadaşları, 1922 – 1924 sürecinde saltanatın ve hilafetin kaldırılması yönünde ciddi bir çaba harcamıştır.
TÜRK DEVRİMİ’NİN ÖZETİ
Özet olarak ifade edecek olursak; Türkiye’nin Batılı anlamda sanayi devrimini gerçekleştirmemiş olması ve cılız bir yerel burjuvaziye sahip bulunması, devrime önderlik eden kadroların, yani asker-sivil bürokrasinin (küçük burjuvazinin) topak ağaları, eşraf ve ticaret burjuvazisiyle işbirliği yapmasına yol açmıştır.
Türk Devrimi, feodalizmle gerçek anlamda bir hesaplaşma yapılmayan, “yukarıdan” gerçekleştirilen, üst yapısal özelliklere sahip bir politik devrim olarak kabul edilebilinir. Batılı anlamda da bir laiklik mücadelesi söz konusu olamamıştır.
Öte yandan 1920’li yılların bulunduğu koşullarda, yani emperyalizmin, tekelci kapitalizmin varlığını sürdürdüğü aşamada, küçük burjuvazinin önderliğinde bir burjuva devrimi yapmak mümkün değildi. (Taner Timur: Türk Devrimi, İmge Kitapevi Yayınları, 2018).
Emperyalizme karşı esas olarak işçi sınıfı ve yoksul köylülerin öncülüğünde bir mücadele vermek gerekiyordu ancak ülkedeki işçi sınıfı nicel ve nitel yönden son derece zayıftı, ideolojik ve fiili önderlik gücü yoktu. Sanayi burjuvazisi de yetersizdi. Bu yüzden Kemalist kadrolar, eşraf, toprak ağası ve ticaret burjuvazisine dayanmak zorunda kaldılar.
Tüm bu koşullara rağmen Türk Devrimi’nin feodal Osmanlı toplum düzenine karşı kapitalizm yolunu açması nedeniyle ilerici bir hareket olarak değerlendirilmesi gerekir.
Gelinen süreci, Taner Timur hocamız da şöyle özetliyor: “Yüzyıl sonra bugün vardığımız noktaya bakılırsa, hilafeti ve saltanatı kaldıran ve her türlü din ve ırk bağı dışında bir vatandaş yaratmayı hedefleyen Türk Devrimi’nin hedefine tam olarak ulaştığını söyleyemeyiz” .
GÜNÜMÜZÜN GÖREVİ
Dolayısıyla bugünkü siyasal İslamcı yönetim ve kadrolarının iktidarlarını sürdürmesinde şu faktörlerin etkili olduğu söylenebilir:
600 yüzyıllık Osmanlı mirası sonucunda toplumun genlerine işleyen dinsel faktörlerin günümüze kadar ulaşması, 1923 Devrimi sürecinde sosyolojik ve objektif koşullar nedeniyle bu hegemonyaya son verilemeyişi ve emperyalizmin 1946 sonrasında gerici sınıf ve kadrolarla işbirliği yapıp güçlenen burjuvazinin de “karşı devrim” ittifakında başrolü oynaması, bu günlere gelmemizi sağlamıştır, denebilir.
Ayrıca, 12 Eylül askeri darbesi sonrası kabul edilen 1982 Anayasası ile din derslerinin ilk ve orta öğretimde zorunlu ders olarak kabul edilmesini de bu bağlamda değerlendirmek gerekir.
Her şeye karşın aydınlanmadan yana cumhuriyetçi sol güçlerin halkın somut sorunları üzerinden birleşik bir mücadelenin tohumlarını yeniden atarak emek ağırlıklı sınıfsal bir zemine dayanıp mücadeleden vazgeçmemeleri gerekiyor. Çünkü “tarihin tekeri geri döndürülemez”...