Türk dış politikasında denge mi, dengeleme mi?
Gerek Rusya gerek ABD’yle ilişkilerimiz bakımından istenilen noktaya ulaşabilmemizin ön koşulu ise halen izlenmekte olan dengeleme görünümlü tarafları birbiriyle karşı karşıya getirme politikasından vazgeçmemizdir. Zira bu politikanın kontrolü bizde değil, sarkacın iki ucunu oluşturan, ikisi de süper güç olarak kapasiteleri ve manevra sahaları bize göre çok daha geniş olan Rusya ve ABD’dedir.
Faruk Loğoğlu*
Türkiye, ABD ve Rusya’yla ilişkilerinde yanlış ve yanlış olduğu için de geri tepen bir yaklaşım/politika izlemektedir. Bu politika, her bir salınımı bir öncekinden daha sorunlu sonuçlara yol açan bir sarkacı andırmaktadır. Salınırken savrulan, bir türlü dengede duramayan, hızını kaybettiğinde ise manevra alanı biraz daha daralmış bir sarkaç. Şöyle ki, Ankara’nın Washington-Moskova ekseninde son birkaç yıldır izlediği politika bir türlü gerçekleşmeyen, aslında gerçekleşmesi de mümkün olmayan, çatışan söylemler üzerinde seyreden çarpık bir dengeleme arayış ve anlayışına dayanmaktadır.
Şimdi mevcut duruma bir göz atalım. Son dönemlerde Rusya’yla ilişkilerimiz farklı alanlarda yoğunluk kazanmakta, ABD’yle ise sorunlarımız artmaktadır. Savunmasını güçlendirmek gerekçesiyle Rusya’dan S-400 füzeleri satın alma kararı ve ABD’nin tehdide varan tüm uyarılarına rağmen bu kararından dönmeyeceği yolundaki tutumunu sürdürmesi Türkiye’nin dengeleme politikasını özellikle zorlaştırıyor. Bununla beraber Ankara soruna çözüm bulmak için siyasi ve askeri çabalarından vazgeçmiyor. Ancak “hem S-400’leri alacağım, hem ABD ve NATO’nun kaygılarını gidereceğim” esasına dayanan bir eksende hareket etmeyi yeğliyor. Ankara’nın tam olarak ne yapacağı anlaşılmıyor. ABD ile Rusya’yı aynı anda tatmin etmeye çalışıyor.
Peki, Rusya ile ABD bu üçgenin neresindeler? Rusya, tarihte defalarca karşı karşıya geldiğimiz, savaştığımız ancak iyi ilişkiler kurmak durumunda olduğumuz bir komşumuz. Daha birkaç yıl öncesinde aramızdaki bağlar çok boyutlu olarak gelişirken, bir askeri uçağı düşürüldüğünde, Rusya ağır ithamlarda bulunmanın ötesinde her türlü zorlayıcı yaptırımları almaktan bir an dahi çekinmemiş ve ilişkilerimiz kısa sürede dibe vurmuştur. Neticede politika, ekonomi, ticaret, turizm ve taahhüt işleri bağlamında Türkiye çok zarar görmüş, üstelik ABD bakımından da elimiz zayıflamıştır. İlişkilerin toparlanması ise zaman almış, Rusya bu süreci Türkiye’yi kendisine daha bağımlı kılacak bir yaklaşımla yönetmiştir. Doğal gaz için Rusya’ya bağımlılığımız nükleer santralin eklenmesiyle daha da derinleşmiştir. S-400’ler üzerinden savunma alanında da Rusya yeni bir manivela kazanmıştır. Son olarak, yönetim kurulu altı Rus bir T.C. vatandaşından oluşan Akkuyu Nükleer A.Ş.’nin sözleşmesinin ilgili maddesinde yapılan bir değişiklikle, söz konusu şirketin “denizcilik ve limancılık” alanında da faaliyet gösterir hale gelmesi sağlanmış, yani “liman” işletme imtiyazı tanınmıştır.
Şimdi artık uyarımızı yapalım: son günlerde “stratejik ortağımız” olarak adlandırmaya başladığımız Rusya 10 yıl kadar önce Gürcistan’a saldırmış, Güney Osetya ve Abhazya’nın “bağımsızlığını” tanımış, sonrasında Kırım’ı ilhak ettiğini açıklamış, şimdilerde ise Ukrayna’yı bölmeye çalışan, askeri hamlelerle gözdağı vermeye çalışan hak hukuk tanımaz bir komşumuzdur.
Dolayısıyla Rusya’ya bu derecede içli dışlı hale gelmek, güvenmek, hele bir stratejik ortak olarak görmek, sanırım, pek isabetli bir yaklaşım değildir. Rusya Devlet Başkanı Putin tutarlı ve bilinçli bir biçimde NATO’yu zayıflatmayı amaçlamakta ve Suriye’de olduğu gibi Ankara’ya zaman zaman “ödüller” vererek, Türkiye’yle ilişkilerini kendi hedefleri doğrultusunda kullanmaya çalışmaktadır. Türkiye çıkarları gereği Rusya’yla iyi ilişkiler sürdürmeye elbette devam etmelidir. Ancak Rusya’ya bağımlı hale gelmekten ve Rusya’nın Avrupa-Atlantik camiası karşısındaki hedeflerini kolaylaştırmaktan da özenle kaçınmalıdır.
Müttefikimiz ABD’ye gelince, burada da Türkiye’nin yeni bir eksene geçiş yapması lazımdır. ABD dost ve müttefik bir ülke olmakla beraber, ilişkimiz aslında ne “stratejik ortaklık” ne de “rol model olmak” kıvamına hiçbir zaman ulaşmamıştır. 1964 Johnson mektubu, 1974 silah ambargosu, son zamanlarda S-400’ler bağlamındaki süregelen tehditler, yaptırımlar zinciri ABD’nin çıkarlarını korumak için neler yapabileceğini göstermekte ve ikili ilişkilerimizin tarih boyunca atfedilen klişe sıfatlardan aslında çok uzak olduğuna ve kırılganlığına işaret etmektedir. İki ülke arasında çözüm bekleyen, son yıllarda birikerek karmaşık bir sorunlar yumağı haline gelmiş ikili ve bölgesel meseleler vardır. Washington yönetimi şimdi de İran yaptırımları bağlamında bazı ülkelerle birlikte Türkiye’ye de tanınan bağışıklığı kaldırmaktadır. Ancak olası olumsuz sonuçları bakımından daha da vahimi şu sıralarda ABD Kongresinde hem Senato hem Temsilciler Meclisinde Ermeni soykırım iddialarını tanımaya yönelik karar tasarılarının, hem de Demokrat ve Cumhuriyetçilerin önde gelen, aralarında 2020 Başkanlık seçimlerinde aday olacaklarını açıklayan politikacıların da bulunduğu, isimler tarafından sunulmuş olmasıdır. 24 Nisan bildirisinde “soykırım” tabirini bu sefer de kullanmamış olmakla birlikte, Başkan Trump'ın kızışan seçim ortamında sonunda Ermeni iddiaları konusunda Kongre’ye direnip diren(e)meyeceği de belli değildir.
Ne yazık ki ABD’yle olan bu sorunların çözüme kavuşturulması için gereken ortak siyasi irade bir türlü oluşturulamamakta ve aradaki gerginlikler kendilerince iç politikayı da gözettiği anlaşılan aktörlerin karşılıklı söylemleriyle daha da beslenmektedir. Ermeni soykırım tasarılarının seyrine bağlı olarak ilişkilerimiz kopma noktasına gelebilir. Bu nedenle öncelikli olarak ABD bakımından söylemimiz ile ilişkilerimizin objektif durumunu birbiriyle uyumlu hale getirmemiz gerekiyor. Diğer bir deyişle, Washington’la bağlarımızı karşılıklı çıkarlara hizmet eden işlevsel bir eksene oturtmamız gerekiyor. Ve bu iş daha çok Ankara’ya düşüyor.
Gerek Rusya gerek ABD’yle ilişkilerimiz bakımından istenilen noktaya ulaşabilmemizin ön koşulu ise halen izlenmekte olan dengeleme görünümlü tarafları birbiriyle karşı karşıya getirme politikasından vazgeçmemizdir. Zira bu politikanın kontrolü bizde değil, sarkacın iki ucunu oluşturan, ikisi de süper güç olarak kapasiteleri ve manevra sahaları bize göre çok daha geniş olan Rusya ve ABD’dedir. Taraflardan birine yaklaştığımızda öbür tarafın tepkisine maruz kalıyoruz. Putin bizi NATO ve ABD’den uzaklaştırmakta, Rusya’ya bağımlılığımız artmakta, ABD ise baskı ve tehditlerini yoğunlaştırarak hem ikili ilişkilerimizi hem Batı dünyasıyla ilişkilerimizi zedelemektedir.
Dolayısıyla hem ABD hem Rusya’yla aynı anda iyi ve dengeli ilişkiler içinde olmanın dengeleme yöntemiyle mümkün olmadığı artık anlaşılmalıdır. Eğer Rusya’yla iyi ilişkilerin maliyeti ABD’yle kötü ilişkiler oluyorsa, bu politika ulusal çıkarlarımıza aykırıdır demektir. Bu itibarla, aradığımız dengeyi bulmak için dengeleme yolunu değil, denge yaklaşımını benimsememiz gerekiyor.
Nedir bu denge politikası? Tercih, karar ve eylemlerimizin salt ulusal çıkar, aidiyet ve önceliklerimize göre belirlenmesi politikasıdır. Türkiye’nin ihtiyacı olan, sarkaç hareketleriyle şekillenen değil, ulusal çıkarlarımıza ve ait olduğumuz camianın değerlerine uygun, Batılı -Batıcı değil- eksende seyreden bir dış politikadır. Unutmayalım ki Türkiye, Avrupa-Atlantik ailesinin bir üyesi, bir NATO müttefiki ve Avrupa Birliği'ne katılmayı hedefleyen bir ülkedir. Buna göre hareket edilmelidir.
Ayrıca gereken, kontrol ve yönetimin muhataplarımızda değil, bizde olduğu bir yaklaşımdır. Üslup ve polemiği öne çıkarmamaktır. Muhataplarımızın davranışlarına göre tepkisel politika oluşturmamaktadır. Kendi değer, ilke ve hedeflerimizi esas almaktır. ABD’nin tepkisine göre Rusya’ya daha fazla yaklaşmak ya da Rusya’nın duruşuna göre ABD’ye yanaşmak çıkmaz yoldur. Yapılması gereken ABD ve Rusya’yla ilişkileri, birbirlerine feda etmeden, kalıcı çıkarlarımıza göre belirlemeyi amaç edinen bir politika oluşturmaktır. Ulusal çıkarlarımız neyi emrediyorsa, dengeyi orada bulmalı ve sağa sola salınmadan orada durmalıyız.
*Emekli diplomat, eski CHP milletvekili