Türk hukukunda 'azınlıkların' yeri
Derya Bayır, 'Türk Hukukunda Azınlıklar ve Milliyetçilik' kitabı ile okuru Türk hukuk sisteminin labirentlerinde dolaştırarak 2 ana kısma ayırdığı kitabında; 6 bölüm içinde azınlık haklarındaki sorunlara dair hukuk alanına odaklanan bir çalışma sunuyor. Kitap azınlık haklarının hukuk alanında kapsamlı bir incelemesi olmasının yanında pek çok araştırmacıya da başvuru kaynağı oluyor.
Serap Güneş
Derya Bayır’ın İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları'ndan çıkan Türk Hukukunda Azınlıklar ve Milliyetçilik kitabı, Türkiye’nin azınlık hakları alanındaki sorunlarını hukuk alanına odaklanarak ele alan bir çalışma. Özgün olarak Bayır’ın doktora tezi olan kitap iki ana kısma ayrılabilir: İlk kısım (1. ve 2. bölümler), Osmanlı mirasının ve bu mirasın modern Türkiye’ye nasıl devredildiğinin izini sürüyor ve ulus inşası sürecinde nasıl derinleştiğini ortaya koyuyor. Daha yakın tarihli olarak azınlık meselelerine dair içtihadın kapsamlı bir incelemesi niteliğindeki ikinci kısım (3., 4., 5. ve 6. bölümler), azınlık, milliyet ve vatandaşlık gibi kavramların yasama süreci, kanunlar ve yargı kararları ile bir bütün olarak Türk hukuk sistemi içinde nasıl ele alındığını sorgulayarak, farklılıkların inkarına yönelik devlet politikaları açısından hukuk alanının araçsallığını gösteriyor.
Birinci bölüm (Osmanlı İmparatorluğu ve Farklılıkların Yönetimi), Osmanlı millet sisteminin analizi ile başlıyor. Osmanlı devletinin çoğulculuğu ile farklılıkları yönetmedeki başarısı, millet sisteminin yanı sıra, esnek ve müzakereye dayanan, imparatorluğun tümüne tek ve aynı idari şablonla yönelmek yerine örgütsel açıdan çeşitlilik arz eden bir sistem benimsemesine atfediliyor. Ancak yazar, bu gibi müzakerelere girme hakkına her grubun sahip olmadığını ve Sünni olmayan Müslümanların yalnızca dışarıda bırakılmakla kalmayıp zulme ve asimilasyona da tabi tutulduğunu not ederek, bu çoğulculuğun literatürde çoğunlukla es geçilen eksikliğinin altını çizmeyi ihmal etmiyor.
İkinci bölüm (Türk Ulus Devletine Geçiş), Kurtuluş Savaşı (1919-1923) dönemine de denk gelen, etnik, dini ve dilsel olarak çeşitlilik arz eden imparatorluğun bir Türk ulus devletine dönüştürüldüğü kuruluş sürecini inceliyor. Yazar bu dönemi ele alırken, siyasi seçkinlerin daha sonra vatandaşlık ve millet kavramlarına dair resmî ideolojinin temel taşları haline gelecek ve dolayısıyla kimin milletin parçası olup olmadığını belirlemekte başvurulacak söylemlerinin (“Millî Mücadele siyasi söylemi,” s.92) altını özellikle çiziyor. Mustafa Kemal’in çocuklara ders kitabı olarak öğretilmesini istediği 'Vatandaşlar için Medeni Bilgiler' kitabı, Afet İnan tarafından hazırlanan 'Millet' başlıklı bölümü ile, bu bakımdan atıfta bulunulan temel kaynaklardan biri ve Türk milletini, Kurtuluş Savaşı’na katılıp Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halk şeklinde tanımlıyor. Dolayısıyla, bu tanıma göre, Kurtuluş Savaşı’na ve Türk devletinin kuruluşuna dahil olmamış sayılan, “Osmanlı tarihinin nankör çocukları” (s.98) gayrimüslimler, Türk milletinin dışında kalıyor.
Üçüncü bölüm (Türk Ulus Devletinde Farklılıkların Yönetilmesi, 1923-1960), yasama sürecindeki tartışmaları, kanunları ve içtihadı inceleyerek ulus devlet inşası sürecindeki Türkleştirme politikalarını yasal bir perspektiften ele alıyor ancak bu politikaların doğrudan sonucu ve bazen de kasıtlı parçası olan toplumsal olayları ve kanun dışı uygulamaları ele almayı da ihmal etmiyor: 1934 Trakya Pogromları, 1942 Varlık Vergisi Kanunu, 6-7 Eylül 1955 Pogromu. Bunların tümü, ekonominin Türkleştirilmesi hedefi ile gayrimüslimleri hedef alan, onları geçim yollarından mahrum bırakarak ülkeyi terk etmelerine ve nüfuslarının ihmal edilebilir sayılara düşürülmesine neden olan 'olaylar.' Öte yandan, Türk olmayan bir Müslüman azınlık olarak Kürtler ise, bu dönemde bir 'uygarlaştırma' misyonu ile zorla asimilasyonun hedefi oluyorlar.
Bu bölüm devletin farklı azınlık gruplarına farklı stratejilerle yöneldiğini de gösteriyor: aslında hiçbir zaman milletin parçası sayılmamış olan gayrimüslimler, dış güçlerin haksız dayatması olarak bakılan 1923 Lozan Antlaşması’nın verdiği “ayrıcalıklara” sahip, tolere edilmesi gereken yabancılar olarak görülüyorlar. Dolayısıyla, güvenilmez azınlıklar ve potansiyel yabancılar olarak onların durumunda hedef, Türk olmayan Müslüman azınlıkların aksine, asimilasyon bile değil. Türk olmayan bir Müslüman azınlık olarak Kürtlerin durumunda ise, asimilasyon ve Türkleştirme politikaları şöyle sıralanıyor: yakın tarihe kadar sıkı sıkıya devam eden dil yasağı, Türkçe olmayan ad ve soyadlarının yasaklanması, Kürt aileleri hedef alan doğum kontrol kampanyalarının yanı sıra geniş aile yapısını parçalama amaçlı uygulamalarla özel yaşama uzanan bir müdahalecilik, nüfus yapısını değiştiren iskân kanunları, hukuki çoğulculuğu sona erdirme gerekçesiyle geleneksel, dini ve sosyal yapıların ortadan kaldırılması ve Kürt bölgelerinde, çok kısa bir dönem hariç tüm cumhuriyet tarihi boyunca süren ve güncel örneğini bugün “özel güvenlik bölgesi” ilanları ile görmekte olduğumuz, Umumi Müfettişlikler şeklindeki olağanüstü yönetim biçimleri.
TÜRK KİMDİR?
Takip eden dördüncü, beşinci ve altıncı bölümlerde yazar, “vatandaş Türk” kavramının etno-kültürel kapsamını ve “Türk kimdir?” sorusunun yasalardaki ve yüksek mahkemelerin içtihadındaki olası yanıtlarını tartışıyor. Türk devletinin sivil milliyetçilik ve sivil vatandaşlık iddiasını, azınlık haklarına dair siyasal ve hukuksal tartışmalarda “millet” ve “vatandaşlık” kavramlarının ele alınışını çözümleyerek çürütüyor. Bu bakımdan, yasalar ve uygulamalar arasında bir uyumsuzluk değil örtüşme söz konusu.
Dördüncü bölüm (Kanunlarda Türk Etniği ve Sivil Milliyetçi Devlet Miti), Hans Kohn’un pozitif, Batılı-sivil milliyetçilik ile negatif, Doğulu-etno-kültürel milliyetçilik şeklindeki iki tip milliyetçilik ayrımının eleştirisi ile başlıyor ve devlet, hangi etnik grubun dil, kültür, sembol ve önemli günlerinin devlet düzeyinde destekleneceği konusunda tarafsız olmadığı ve olamayacağı için, etnik-kültürel kriterlerin etkisinin ötesinde sivil bir devletin mümkün olmadığının altı çiziliyor (s.227). Bayır bu şekilde, Türk devletinin azınlık hakları alanındaki başarısızlığını, çoğu zaman oryantalist önyargılara dayalı derinliksiz açıklamalara bağlama kolaycılığından kaçınıyor ve argümanını “Batı karşısında Doğu” söylemine dayandırmak yerine, azınlıkların korunması bakımından 2. Dünya Savaşı sonrası uluslararası trendler ile Türk devletinin uygulamaları arasındaki uyuma işaret ediyor. Son yüzyılda azınlık hakları konusunda uluslararası hukuk alanında—Milletler Cemiyeti dönemindeki grup hakları yaklaşımından 2. Dünya Savaşı sonrasının birey odaklı liberal insan hakları çerçevesine—yaşanan evrime işaret ederek, Türk Anayasa Mahkemesi’nin bu ikinci ve güncel yaklaşımı, azınlık haklarının inkârı anlamına gelen kendi mutlak eşitlikçiliğini meşrulaştırmak için nasıl kullanmış olduğunun altını çiziyor.
Yazar, okuru zengin bir kaynak çeşitliliği üzerinden Türk hukuk sisteminin labirentlerinde dolaştırarak, “millet” ve “vatandaşlık” kavramlarının bu sistemde etnik olarak nötr, sivil kavramlar değil, etnik-kültürel bir kategori olarak tasarlandığını gösteriyor. 1924, 1961 ve 1982 Anayasalarını, Anayasa Mahkemesi ile diğer yüksek yargı organlarının kararlarını, ucu bir şekilde azınlıklara değen kurum ve politikalar öngören uzun bir kanunlar, genelgeler ve bakanlar kurulu kararları listesini ve bu resmi politikalar ile kurumların, azınlık haklarının inkârında nasıl uygulandığını ve işlediğini inceliyor. Argümanlarını, devletin kurucu felsefesi olarak Türk milliyetçiliğinin pratik politikalara nasıl tercüme olduğunu gösteren, yer yer tek başlarına vaka incelemesi niteliği sergileyen ve sık sık tarihsel ve sosyolojik olarak bağlama oturtan açıklamaların eşlik ettiği somut örneklerle destekliyor.
Anayasalarda “milliyetçilik” ve “vatandaşlık” kavramlarının nasıl ele alındığının bu yakından incelemesi, evrensellik ve sivillik iddiası ile etnik-milliyetçi, ırka dayalı anlayış gerçekliği arasında tezadı ortaya çıkarıyor. Esas veya tali mevzuattan başlayıp resmi kurum ve politikalar üzerinden uygulama aşamasına genişleyen yakın inceleme, Türk hukuk sisteminin, devletin homojenleştirme politikalarını, azınlık haklarının ve farklılıkların inkarına hukuksal gerekçe sağlayarak meşrulaştırma çabalarında, bu tezadı saklamanın aksi halde mümkün olmayacağı durumlarda, neredeyse bilinçli bir şekilde nasıl kapalı devre bir atıflar döngüsü yarattığını gösteriyor. Vatandaşlık, göç ve iskanla ilgili kanunlar arası döngüsel atıflar, bu olgunun iyi bir örneği: 2009 tarihli Vatandaşlık Kanunu’nda, “Türk soylu” ifadesi kaldırıyor ancak aynı kanun “göçmen olarak kabul edilenlerin” istisnai bir şekilde vatandaşlık kazanabileceğini öngörüyor. Bu, “Türk soylu ve Türk kültüründen olanlar”ın Türkiye’ye göçmen olarak kabul edileceğini öngören 2006 tarihli İskân Kanunu’na bir atıf aslında. Böylelikle, Türk etnik kökenlilerin vatandaşlık kazanmadaki ayrıcalıklı statüsü, Vatandaşlık Kanunu’nun kendisi böyle bir etnik şart öngörmese de devam etmiş oluyor. Yazar dolayısıyla, hukuk sisteminin nötr ve sivil vatandaşlık iddiasını, zorunluluktan vatandaş gayrimüslimler ile vatandaş olmadığı halde milletten sayılan yabancılar arasında kurduğu bu karşıtlık ile çürütüyor.
Beşinci bölüm (Anayasa Mahkemesi Kararlarında Millet/Ulus, Azınlık ve Vatandaşlık Kavramları), Anayasa’yı yorumlama yetkisine sahip Anayasa Mahkemesi’nin, azınlıkların hak taleplerine nasıl yaklaştığını özellikle siyasi parti kapatma davaları üzerinden inceliyor ve Mahkeme’nin bu yorum yetkisini neredeyse hiçbir zaman hak ve özgürlükleri genişletme yönünde kullanmadığını ortaya koyuyor.
Etnik-milliyetçi, ırka dayalı milliyet ve vatandaşlık anlayışı, gerçek/samimi Türkler (etnik/kültürel Türkler), müstakbel Türkler (Türk olmayan ama en azından kültürel olarak Türklüğe asimile edilebilecek olan Müslümanlar) ve zorunluluk gereği vatandaşlar (asla gerçek Türk olamayacak, asimile de edilemeyecek, dolayısıyla milletin parçası olma niteliğinden yoksun gayrimüslimler) arasında bir hiyerarşi öngörüyor. Müstakbel Türkler, azınlık statüsü ve hakları talep etmeleri halinde sözde vatandaş statüsüne düşme riskini almış oluyorlar çünkü, “milletin parçası olmak ve azınlık olmak karşılıklı olarak birbirini dışlayan” şeylerdir. (s.305)
BULANIKLIKLAR... ÖRTÜLÜ VATANDAŞLIK HİYERARŞİSİ...
Konjonktürel gereklilikler nedeniyle etnik kökene yapılan atıflar zaman içinde bulanıklaşsa da, bu örtülü vatandaşlık hiyerarşisi asla ortadan kalkmadı. Bunun yakın tarihli bir örneği, İlker Başbuğ’un 2005 yılında Genelkurmay İkinci Başkanlığı sırasında, o dönem Kürtlere karşı sürmekte olan şoven 'bayrak' provokasyonlarına atıfla, “özde vatandaşlar” karşısında asıl sorunu çıkaranlar olarak gördüğü “sözde vatandaşlar” ifadesini kullanmasıydı. Bu hiyerarşi daha sonra Mesut Yeğen tarafından 2006 tarihli kitabının başlığında, “Müstakbel Türk’ten sözde vatandaşa” şeklinde özlü bir şekilde ifade edildi. Bu ifade, Kürt azınlığın siyasal mücadelesindeki yükselişe paralel vatandaşlık hiyerarşisinde yaşadığı tenzili rütbeyi gösteriyordu.
Altıncı bölümde (Türk Hukukunda Eşitlik ve Ayrımcılık ve Irkçılık Karşıtlığı Kavramları ve Uygulamaları) gösterildiği üzere, iki kavramın da ne net ne de uluslararası standartlarda tanımlandığı ırkçılık ve ayrımcılık karşıtı kanunlar bile, Türklüğü etnik içerik taşımayan nötr bir kavram olarak resmetmeyi hedeflemekte, bunun sonucu olarak da, azınlık hakları talep etmeyi, hatta kimi durumlarda azınlıkların varlığından söz etmeyi dahi, “azınlık ırkçılığı” ve Türklüğe hakaret sayabilmekte, dolayısıyla amaçlarından beklenenin tam tersi bir işlev görebilmekte. Cumhuriyet dönemi boyunca gayrimüslimlerin maruz kaldığı kesintisiz dışlamanın altında, Türk hukuk sistemi tarafından devletin ülkedeki çeşitliliği inkarına yönelik politikalarını meşrulaştırmak adına benimsenmiş olan mutlak eşitlikçilik ile birlikte, hakları ayrıcalık olarak gören bu tersine anlayış yatmaktadır ve aynı anlayış, özellikle Kürtler açısından, azınlık pozisyonundan kaynak alan tüm hak taleplerine karşı bir silah olarak kullanılmaya devam etmektedir.
Yeni bir Türkiyeli akademisyenler kuşağının çalışmalarıyla büyüyen bir literatürün parçası olarak görülebilecek bu kitap, son derece değerli bir katkı. Türkiye’de azınlık hakları meselesinin hukuk alanı özelinde kapsamlı bir incelemesi olarak okura alanın detaylı bir haritasını çıkarıyor ve bu anlamda Türkiye üzerine çalışan pek çok disiplinden araştırmacıya temel bir başvuru kaynağı sağlıyor. Öte yandan, çalışmanın mevcut kaynaklardan yararlanmadaki ustalığı oldukça etkileyici ve her genç araştırmacı açısından örnek niteliğinde.
Bayır’ın sonuç kısmında, azınlık hakları konusunda yaşanan sınırlı iyileşmelerin kapsamlı bir zihniyet değişikliği olmaksızın uzun ömürlü olmayacağına dair uyarılarının, kitabın yazılışı sonrasında ne yazık ki doğrulanmış olması, çalışmasının gücünü ve alakalılığını daha da arttırıyor.