Türkiye coğrafyasının geçmişten bugüne kuraklıkla imtihanı
Bugün betona gömülmüş Türkiye’nin bu krizlerle baş edebilecek iktisadi parametreleri ile su gibi çok temel doğal kaynakları ne yazık ki çok kısıtlı. Dahası küresel çapta iyice yaygınlaşan ve gün geçtikçe artan su kıtlığına rağmen ülkenin mevcut su kaynakları maden ve taş ocaklarınca fütursuzca yok edilmekte.
Zozan Pehlivan*
10 Aralık Perşembe günü öğleden sonra muhafazakâr Erdoğan Rejimi’nin son on sekiz yılda palazlandırıp bütçesini artırdığı Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ülke genelinde 11 Aralık günü yapılacak Cuma Hutbesi sonrası Yağmur Duası’na katılma çağrısı, haber kanallarında ve sosyal medyada ilginç tartışmalar eşliğinde yayınlandı. BBC Türkçe’nin haberine göre yağmur duası çağrısında şu ifadeler kullanıldı: “Bildiğiniz gibi, son zamanların en kurak yılını yaşadığımız bu günlerde ülkemizde suya ve yağmura ihtiyaç duyulmaktadır. Siz kıymetli cemaatimizi, Cuma namazının farzından sonra yapacağımız yağmur duasına katılmaya davet ediyorum." (1) İşin trajikomik tarafı ise bu çağrının meteorolojinin 7 Aralık Pazartesi günü yaptığı yağış uyarısının akabinde yapılmış olması (2). Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kendisi zaten ne vakittir Türkiye’yi betona gömen, ülkenin en verimli tarım arazilerini imara açan, İstanbul’un Kuzey Ormanları’ndan Cudi Dağı'na kadar koca bir coğrafyada korkunç bir ormansızlaştırma gerçekleştiren, akan her damla su kaynağı üzerine HES inşa eden, Dicle ve Fırat’ı baraj zincirlerine boğan siyasal iktidar ve onun ideolojik temsilcisi haline gelmiş durumda. Öyle görünüyor ki modern Türkiye’nin Şeyhülislam’lığına soyunan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuraklık duası kararı bir yandan ülkenin siyasal çizgisine dair mesajlar içerirken bir yandan da yaşanan kuraklığın boyutuna dair ciddiyetle düşünmemiz gerektiğine işaret etmekte.
Meteoroloji Genel Müdürlüğü eylül-kasım ayı sıcaklık ve yağış verilerine göre Türkiye coğrafyasında belirgin bir kuraklık yaşanmakta. Kuraklığın ülke genelindeki dağılımına ve şiddetine baktığımızda ise ülkenin doğu, orta ve batı kesimlerine “olağanüstü”, “çok şiddetli” ya da “şiddetli” kuraklıkların yaşandığını görmekteyiz. Tarımsal üretim açısından düşündüğümüzde önümüzdeki tablo pek iç açıcı değil. Kısa vadeli düşündüğümüzde, şayet kuraklıklar devam eder ve baharda filizlenmesi için ekilen tohum tarlada heba olursa, yılın ikinci ürünü olarak ekilmesi planlanan tarımsal üretimin de sermaye ve altyapı eksikliği sebebiyle sekteye uğraması gayet mümkün. Uzun vadede ise bu kuraklık sorunu sadece Türkiye’yi değil tüm Ortadoğu coğrafyasını etkileyecek bambaşka sorunlara gebe. Zira Doğu Anadolu’da kuraklığın olağanüstü boyutu çok endişe verici gözükmekte.
Dicle ve Fırat’ın doğup beslendiği Kürt coğrafyasının neredeyse tamamında çok şiddetli bir kuraklık hüküm sürüyor. Bu durum sadece Türkiye için değil Fırat ve Dicle’nin suyuna bağımlı olan Irak ve Suriye için büyük tehlikeler barındırıyor. Türkiye tarafından inşa edilen barajlar yüzünden Suriye ve Irak’a akan suyun miktarı her yıl biraz daha azalmakta. 2008-2009 yılında Türkiye ve Irak arasında su ihtilafından kaynaklı ortaya çıkan krizde olduğu gibi, Türkiye yaşanan kuraklığı bahane ederek her iki ülkeye akan suyu daha da kısabilir. Bu tahakkümün Fırat ve Dicle’ye muhtaç, iç savaşla yerle yeksan olan bu iki ülke halklarınca olumsuz hatta varlıklarına yönelik bir tehdit olarak algılanma ihtimalini göz önünde bulundurmak için müneccim olmaya gerek yok.
Büyük bir iktisadi buhranla baş etmeye çalışan Türkiye ekonomisi için felaket canları çalmakta. Yağmurlu ve soğuk olması gereken aralık ayında ülkenin tahıl ambarları olan Konya, Ankara, Aydın, Adana, Diyarbakır ve Mardin ovaları kuraklığın şiddetiyle kupkuru. Tarıma dayalı Türkiye ekonomisi için bu ovalardaki mahsul kıtlığı ile bambaşka bir boyuta evirilecek. Öte taraftan kuraklığın ilerlemesi ile birlikte, telef olmakta direnen ekinlerde, bostanlarda ve meyve bahçelerindeki ağaçlarda çeşitli pörsümelerin yaşanacağını öngörmek mümkün. Meralarda ve otlaklarda su ve ot yetersizliğine paralel olarak hayvan popülasyonunda ve buna bağlı olarak da hayvansal ürünlerde ciddi düşüşler meydana gelecek.
Peki bu kuraklıklar ilk kez mi yaşanıyor? Son dönem Osmanlı İmparatorluğu’nun iklim tarihi üzerine çalışan biri olarak bu durumun yeni olmadığını söyleyebiliriz. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında imparatorluğun neredeyse her bölgesinde yoğunluk ve şiddetleri değişmekle birlikte birçok kuraklık vakası meydana gelmiştir. Dönemin arşiv belgelerinde sıklıkla kâht-ı gala (kuraklık ve kıtlık), terk-i evtan (terk etme) ve hayvan telefatından bahsedilmekte. Tarihsel çalışmalar bu kuraklıkların en şiddetlilerinin 1844-46, 1874-76, 1879-1880, 1891-1893 yıllarında meydana geldiğini gösteriyor (3). Palu Ovası’ndan Ankara’ya oradan K. İç Batı Anadolu imparatorluk tebaasının halkları kuraklık kaynaklı mahsulün inkıraz olması neticesinde kıtlık ve sefaletle mücadele etmiştir. Köylüler ve bazı kasabalılar terk-i vatan edip bir kâse çorba ya da biraz zahire için şehirlere veya limanlara akarken bazıları ağaç köklerini ya da meşe ağacı meyvesi olan mazıyı kavurup toprak ile karıştırıp ekmek yapıyordu. Aynı esnada konargöçerler koyun ve keçi sürülerinin açlıktan ve susuzluktan yaylada telef olmasına tanıklık ediyordu. Bitmek bilmeyen savaşlar, artan vergiler, yüksek gıda fiyatları ve kıtlıklar imparatorluğun çeşitli şehirlerinde ekmek ayaklanmalarını beraberinde getirdi. Balkanlar ve Kafkasya’daki şiddetten kaçan 4-5 milyonluk Müslüman muhacirin akını ile birlikte aniden artan imparatorluk nüfusu, kırılgan Osmanlı ekonomisini daha da kırılganlaştırdı. 1878’de devletin resmi olarak iflasını açıklaması ile reayanın içinde bulunduğu yoksulluğun boyutu katlanarak artı. İmparatorluğun son demlerinde (1876-1915) yaşanan şiddet sarmalına bu koşullar altında gelindi.
Bugünün Türkiye’sinde yaşananlar son donem Osmanlı dünyası ile muazzam benzerlikler taşımaktadır. Sıklığı ve şiddeti gün geçtikte artan aşırı kuraklıklar, katlanarak artan işsizlik rakamları, yüksek enflasyon, fahiş gıda fiyatları, dört milyon Suriyeli mülteci, yeni emperyalist hayaller peşinde Suriye’de, Libya’da, Somali’de ve Karabağ’da paralı milisler üzerinden devam ettirilen kirli savaşlar ve bütün bunların toplum nezdinde sebep olduğu sosyal, ekonomik, çevresel ve psikolojik buhran her geçen gün yaşanan krizi daha da derinleştirmekte. Lakin benzeşmedikleri noktalar bugünkü krizden çıkışın merkezini meydana getirmekte. Bunca iklim felaketi, ekonomik yıkım, demografik soykırım, psikolojik travma ve şiddet sarmalına rağmen Osmanlı ve sonrasında kurulan Cumhuriyet’in elinde ekip biçebildiği tarımsal arazisi, zeytinlikleri, bağ ve bahçeleri, otlakları, yaylakları ve akan nehirleri vardı. Yaşanan bütün bu krizlerden sonra yavaş da olsa ekonomik bir toparlanma meydana geldi. Nitekim erken dönem cumhuriyetin tarım ve ziraatçilik verilerine baktığımızda bu toparlanmanın bir şekilde gerçekleştiğini görebiliyoruz.
Bugün betona gömülmüş Türkiye’nin bu krizlerle baş edebilecek iktisadi parametreleri ile su gibi çok temel doğal kaynakları ne yazık ki çok kısıtlı. Dahası küresel çapta iyice yaygınlaşan ve gün geçtikçe artan su kıtlığına rağmen ülkenin mevcut su kaynakları maden ve taş ocaklarınca fütursuzca yok edilmekte. Son yirmi yılda muazzam miktarda tarım arazisi ile meranın imara açılması, ülkenin verimli tarım alanlarının, ormanlarının ve su kaynaklarının madencilik ve enerji sektörüne peşkeş çekilmesi bu toparlanmanın önündeki en büyük engeller. Dahası küresel iklim krizinin tetiklediği olağanüstü gerilim, Covid-19 pandemisiyle modern dünya ekonomisinin daha önce deneyimlemediği iktisadi buhran Türkiye’nin mevcut koşullarını daha da zorlaştırmakta. Önümüzdeki sürecin on dokuzuncu yüzyılın sonunda yaşanan benzer büyük bir felakete evirilip evirilmeyeceğini yaşanan kuraklığın boyutu ve bunun toplumdaki karşılığı belirleyecek.
1- Diyanet İşleri Başkanlığı, cuma namazı sonrasında ülke genelinde tüm camilerde yağmur duası yapılacağını duyurdu (BBC Türkçe)
2- Bu önemli referans ve yorumları için Elçin Arabacı’ya teşekkür ederim.
3- Zozan Pehlivan, “El Niño and the Nomads: Global Climate, Local Environment, and the Crisis of the Pastoralism in Late Ottoman Kurdistan,” Journal of Economic and Social History of the Orient 63, no. 3 (2020): 316–56.
*Minnesota Üniversitesi, Tarih Bölümü