Grup aşamaları bittiğinde, iki
takımın da oyunu bütünsellikten uzaktı. Türkiye turnuvanın en
eğlenceli maçlarını oynamıştı. Ama savunması dağınıktı, orta sahada
doğru üçlü bir türlü bulunamıyordu, ileri hatta da oyuncuların
doğru konumları henüz belirlenememişti. Fakat tutkulu ve cüretkâr
futbolları herkesin takdirini toplamıştı.
Hollanda’nın futbolu ise
etkileyicilikten uzaktı. Türkiye gibi onların oyununda da tam
olarak oturmamış bir şeyler vardı. Kısacası iki takımın kervanı da
biraz yolda düzülecek gibiydi.
Nitekim son 16 turu iki takım
için de birçok şeyin daha net belli olduğu maçlara sahne oldu.
Vincenzo Montella, Avusturya karşısında takımını dörtlü savunmadan
üçlü savunmaya geçirirken, ortaya çok daha sakin ve olgun bir takım
çıkmıştı. Ronald Koeman ise Romanya karşısında takımını üçlü orta
sahadan ikili orta sahaya geçirmiş, bu da hücumda daha akıcı,
savunmada daha kontrollü bir takım ortaya çıkarmıştı.
Berlin’deki randevuda ya bu
düzenlerini devam ettireceklerdi ya da birbirlerine karşı yeni bir
şey deneyeceklerdi. İki teknik direktör de ilkini seçtiler. Koeman,
Romanya maçının ilk 11’i, dizilişi ve oyun anlayışıyla takımını
Türkiye’nin karşısına çıkarırken, Montella ise zorunlu nedenlerden
dolayı ilk 11’de üç değişiklik yapmış; cezalı Merih Demiral, Orkun
Kökçü ve İsmail Yüksek’in yerini Samet Akaydın, Hakan Çalhanoğlu ve
Salih Özcan almıştı. Ancak Türkiye’nin dizilişi ve oyun anlayışı da
Avusturya maçının aynısıydı.
KUSURSUZ İLK YARI
Açıkçası bu tercih, Hollanda’ya
karşı biçilmiş kaftan gibi duruyordu. Zira topa sahipken 3-2-5
şeklini alan Hollanda’yı beşli bir savunma hattıyla karşılamak çok
daha kolaydı. Sağ kanattan hücumu genişleten Denzel Dumfries’in
bindirmelerini ve sol kanattan içe kat etmeyi seven Cody Gakpo’nun
bire birdeki hünerlerini geride bir fazla olarak çok daha iyi
sınırlayabilirdi Türkiye. Nitekim öyle oldu.
Fakat elbette Hollanda gibi
teknik açıdan donanımlı bir takıma karşı çok fazla reaktif oynamak
da tehlikeli bir seçim olurdu. Bu yüzden zaman zaman topun
hâkimiyetini ele geçirmek ve hızlı geçişlerle Hollanda savunmasını
tehdit edebilmek gerekiyordu. Bu anlarda da gözler iki ayrı yere
çevrilecekti; topun olduğu yerde Arda Güler ve Hakan Çalhanoğlu’na,
topun olmadığı yerde de Barış Alper Yılmaz ve Kenan Yıldız’a. Bir
de Türkiye’nin bu turnuvadaki gizli golcüleri olan
stoperlerine.
Nitekim 35. dakikada Arda zayıf
ayağıyla arka direğe muhteşem bir top gönderdiğinde üç stoper
birden hazırdı. Biri vuramasa öbürü vuracaktı. Samet Akaydın vurdu
ve Türkiye öne geçti.
Türkiye tıpkı Avusturya maçının
ilk yarısı gibi, Hollanda’ya karşı da ilk yarıda net bir taktiksel
üstünlük kurdu. Rakibinin en güçlü yanlarını törpüledi ve kalesine
tek bir isabetli şut attırmadı. Bunu da tamamen geriye çekilerek
değil, gerektiğinde topun ve oyunun kontrolünü de ele geçirerek
başardı.
WEGHORST OYUNU DEĞİŞTİRDİ
Dolayısıyla ikinci yarıda hamle
yapması ve bir şeyleri değiştirmesi gereken taraf Hollanda’ydı.
Tıpkı Avusturya maçında Ralf Rangnick’in yaptığı gibi, Koeman da
oyuna ikinci bir santrfor atmayı seçti. Steven Bergwijn’in yerine
oyuna giren Wout Weghorst da tıpkı Michael Gregoritsch gibi Türkiye
savunmasının dengesini bozdu.
Weghorst’un varlığından mülhem,
Hollanda paslaşarak ceza sahasına girmeyi denemek yerine yüksek
toplarla daha doğrudan bir şekilde Türkiye kalesine yüklenmeye
başladı ve baskısını bu yolla artırdı. Buna karşın savunmada
soğukkanlılığını koruyan Türkiye, ikinci yarının ilk bölümünde
rakibine ciddi bir şans vermedi. Ayrıca hızlı hücumlarla
Hollanda’nın arkada verdiği boşlukları da iyi değerlendirdi. Bu
anlarda sahada giderek parlayan oyuncu ise Barış Alper
oldu.
Ters kanatta Kenan turnuvadaki
silik görüntüsünün pek üzerine çıkamasa da, Barış Alper özellikle
Virgil van Dijk ile bire birde kaldığı hemen her pozisyonda
rakibini çok zorladı ve fiziksel açıdan ciddi bir üstünlük kurmayı
başardı.
65. dakikadan itibaren ise
oyunda dengeler Türkiye aleyhine değişmeye başladı. O dakikaya
kadar oyunun hiçbir anında üstün olamayan Hollanda, yaklaşık on
dakika boyunca topu neredeyse hiç kaybetmedi, atak sürekliliğini
giderek artırdı ve Türkiye savunmasını bunaltarak hataya zorladı.
Bu süreçte Montella’nın bir hamle yapması beklendi, ama İtalyan
teknik direktör ana planına ve sahadaki oyuncularına çok güvendi.
Ama bunun sonucu iyi olmadı ve Türkiye ciddi savunma hatalarının
neticesinde peş peşe gelen iki golle bir anda geriye
düştü.
İkinci golden sonra Montella
kendisinden çok daha önce beklenen değişiklikleri yaptı; Salih
Özcan’ın yerine Okay Yokuşlu’yu, Kenan Yıldız’ın yerine Kerem
Aktürkoğlu’nu oyuna aldı. Bu dakikadan sonraysa Türkiye beklenenin
aksine mental olarak sağlam durdu ve iyi bir tepki verdi.
Kaybettiği topun hâkimiyetini yeniden ele geçirdi ve oyunu rakip
yarı sahaya yıkmayı başardı. Oyunu uzatmaya götürmek için yeteri
kadar şans da buldu, ama final anlarında o kadar becerikli ya da
şanslı değillerdi.
EURO 2024’ÜN NEŞESİ GİTTİ
Netice olarak ise 2002 ve
2008’den sonra üçüncü kez büyük bir turnuvada yarı final oynama
şansına çok yaklaşan Türkiye, bunu dramatik bir şekilde kaybetti.
Maç sonunda başta kaptan Hakan Çalhanoğlu olmak üzere oyuncuların
gözyaşları içindeki görüntüleri de bu yenilginin kalp kırıcılığını
çok iyi anlatıyordu.
Yine de bu mağlubiyette Türkiye
adına utanılacak hiçbir şey yoktu, aksine gururlanılacak çok şey
vardı. EURO 2024’e başından bu yana üç takım renk kattı; İspanya,
Almanya ve Türkiye. Yarı finale kalan diğer üç büyük takımdan biri
kupayı kazanabilir. Ama hiçbirinin Türkiye gibi seyircileri
neşelendirmediği de bir gerçek.
Bu turnuvadaki Türkiye, bir
yönüyle son Dünya Kupası’ndaki Fas’ı andırdı. Bunda da futbol
eğitimini Avrupa’da almış pek çok oyuncuyu kadrolarında
bulundurmanın büyük bir etkisi var. Hakan Çalhanoğlu, Ferdi
Kadıoğlu, Orkun Kökçü, Mert Müldür, Kaan Ayhan, Salih Özcan, Kenan
Yıldız gibi oyuncular, Türkiye’nin Akdenizli tutkusu ve coşkusuna,
bir tutam Avrupa aklı ve olgunluğu da katınca, ortaya harika bir
karışım çıktı.
PEKİ BİZİM NEŞEMİZ NEREDE?
Bu yüzden biraz ezbere bir
şekilde yapılan “kaos futbolu” benzetmelerine karşın gerçekte bu
takım Türkiye’nin şimdiye dek gördüğümüz belki de en akıllı
takımıydı. Çok tutkulu, ama aynı zamanda ayakları yere çok iyi
basan ve ne yaptığının farkında bir takım. Üstelik turnuvanın en
genç ikinci takımı.
Bu takım için turnuva öncesinde
çeyrek finale ulaşmak herhâlde harika bir sonuç olurdu. Yarı
finalin eşiğinden dönüldü. Arda Güler gibi büyük ihtimalle
önümüzdeki 15 yıl boyunca Türkiye’nin katılacağı her turnuvanın en
büyük yıldızına sahip olacak olmak nasıl bir hismiş, ilk defa bu
deneyimlendi. Ferdi Kadıoğlu ve Barış Alper Yılmaz’ın hepimizin
gözü önünde uluslararası futbolculara dönüşmelerine şahitlik
edildi. Tüm bunlar az şey mi? Değil. Hiç değil.
Hollanda mağlubiyetinin acısı
henüz çok taze, elbette bunu da yaşamak gerekir, ama bununla
birlikte tüm bu güzelliklerin mutluluğu ve gururunu yaşamayı da
ihmâl etmemeli. Zira bu genç takımın daha alacak çok yolu var.
Moral bozmadan üstüne koyarak devam etmek gerek.
Türkiye bu turnuvada, 1964'teki
Macaristan'ın ardından Avrupa Şampiyonası finallerindeki bir eleme
turu maçına ilk 11'inde 20 yaşın altındaki iki oyuncuyla çıkan ilk
takımdı. Gencecik, pırıl pırıl bir takım. Bu çocuklar daha
büyüyecekler. Sadece yaşları değil, oyunları ve kişilikleri de
büyüyecek. Elbette biz onlara büyümeleri için gereken zamanı ve
imkânı tanırsak.
Ama dün gece maç biter bitmez
Montella’yı tabiri caizse kılıçtan geçirenlerin hiddetine,
şiddetine, cehaletine ve hamasetine bakılırsa, bu konuda umutlu
olmak ne yazık ki pek mümkün değil gibi görünüyor. Yine de bir gün
bu ülkede de aklıselimin galip geleceğini ummaktan başka bir
çaremiz yok.