Geçen hafta Türkiye’den Daron Acemoğlu geçti. Her defasında olduğu gibi hepimiz onun söylediklerine dikkat kesildik, bir yolunu bulabilenler konferanslarını izlemek üzere salonları doldurduk. Çünkü Acemoğlu, bilim dünyasının en güncel yıldızlarından biri. Son on yılda parlayan ismi Nobel Ekonomi Ödülü ile birlikte anılıyor. Dünyada en çok referans alan 10 ekonomistten biri, kitapları her yerde büyük ilgiyle karşılanıyor, Amerika’nın en saygın üniversitelerinden birinde ders veriyor.
Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra eğitimini İngiltere’de tamamlamış. Acemoğlu, kendisi gibi Amerika’nın saygın üniversitesi MIT’de ders veren, çok başarılı bir Türkiyeli bilim insanıyla evli. Belli ki mümkün olduğunca sık gelip gittiği bu ülkeyle bağlarını koruyor. Türkiye ile gayet ilgili ve bu da hepimizin hoşuna gidiyor. Son yıllarda baş aşağı giden ekonomimizi eleştiren açıklamaları, ona muhalif kesimlerde farklı bir popülerlik de kazandırıyor…
Acemoğlu’nun uluslararası ünü, özgün bir model geliştiren bilimsel çalışmalarından ve bunları anlattığı kitaplarından kaynaklanıyor. James A. Robinson ile yazdığı ilk kitabı ‘Ulusların Düşüşü’ bugün hem ekonomi ve siyaset bilimi bölümlerinde okuma listelerine giren, hem sadece Türkiye’de bile yüz binin üstünde okura ulaşmış önemli bir kitap. Bu kitabında ne anlattığına bakarsak çok kısaca “neden bazı ülkelerin zengin, diğerlerinin yoksul olduğunu inceliyor” diyebiliriz. İyi bildiğimiz savaşlar ve sömürgeci işgallerin ötesinde, ülkeleri ve toplumları zenginleştiren ya da yoksulluğa mahkum eden kurumlara odaklanarak yeni bir pencere açıyor Acemoğlu. Dünya tarihini, Gılgamış gibi efsanelerden, pek yakında olup biten Arap baharına kadar tarayan Acemoğlu ve Robinson, ülkelerin siyasi ve ekonomik geleneklerine bakarak önemli bir kavram geliştiriyorlar. Bu kavram ekonomik ve siyasi kurumları ‘sömürücü’ ve ‘kapsayıcı’ olarak ikiye ayırıyor. Katılımcı ve demokratik kültürün yeşeremediği bu nedenle despotik krallıklar, sömürge yönetimleri ya da anti demokratik elitler eliyle yönetilen ülkelerdeki kurumları ‘sömürücü’ olarak tanımlıyorlar. Yani zenginliği kendi çıkarları için, egemenler için kullanıp yok eden kurumlar bunlar. Bunun karşısındaki ‘kapsayıcı kurumlar’ ise, bireylere eğitim ve yetenekleri ölçüsünde iyi bir yaşam vadeden, ekonomik kurallar ve hukuk çerçevesinde güven telkin eden dolayısıyla bireyleri ve kuruluşları motive, teşvik eden bir sistemin araçları… Refahın artması kadar paylaşımını ve zenginliğin olabildiğince geniş kitlelere yayılmasını sağlayan bir sistem kuruyor ‘kapsayıcı kurumlar’.
Daron Acemoğlu, liberal ekonomi ve siyaset bilimi yaklaşımlarının yaygın kabul gören söyleminden hareket ediyor. Yani ‘ekonomik kalkınmanın ancak demokratik bir rejim içinde gerçekleşebileceği’ temel tezini bize hatırlatıyor. Ama bunu, tarihsel örneklerle bilimsel verilerle zenginleştirip ekonomik bir zemine oturturken yeni bir bakış açısı oluşturmayı başarıyor. Özellikle demokratik ülkelerde bile despotik eğilimli yönetimler kendini göstermiş, zengin-yoksul ayrımı tüm dünyada hızla artmaya başlamışken, Acemoğlu’nun ‘paylaşımı’ önemseyen, demokrasiyi öven yaklaşımı büyük ilgi görüyor.
Geçtiğimiz ay İngilizce olarak yayımlanan yeni kitapları ‘Narrow Corridor’da (Dar Koridor)* Acemoğlu ve Robinson, adeta Ulusların Düşüşü’nde bıraktıkları yerden konuyu ele alıyor ve bu kez bir ekonomik-siyasi model kuruyorlar. Ülkelerin özgür ve müreffeh toplumlara dönüşebilmesi için hem güçlü bir devlete, hem de onu denetleyip dizginleyecek güçlü bir sivil topluma sahip olması gerektiğini anlatıyorlar. Bunu anlatırken, Thomas Hobbes’un devleti bir canavara benzeten Leviathan kavramından, siyaset biliminin o canavarı zincirleyip kontrol etmeye çalışma metaforundan ve yine bolca tarihten, ekonomik verilerden yararlanıyorlar.
Kitabın girişinde yazarları Dar Koridor’u şöyle özetliyor: “Bu kitaptaki iddiamız, özgürlüğün oluşması ve yeşermesi için hem devletin hem de toplumun güçlü olması gerektiğidir. Şiddeti engelleyecek, yasaları uygulayacak ve insanların kendi tercihlerini yapıp hayata geçirmeleri için hayati öneme sahip kamu hizmetlerini sunacak güçlü bir devlete ihtiyaç vardır. Devleti denetlemek ve sınırlandırmak içinse güçlü ve hareketli bir topluma...”
Bunun kolay bir süreç olmadığını da anlatıyorlar. ‘Dar Koridor’ kavramı da işte bu zorlu yolculuktan alıyor adını. Yine kitaptan alıntılayalım: “Bunu bir kapıdan ziyade ‘koridor’ yapan unsur ise özgürlüğün kazanımının bir süreç olmasıdır. Şiddetin denetim altına alınması, yasaların yazılı hale getirilmesi, uygulanması ve devletlerin yurttaşlarına hizmetler sağlamasından önce koridorda oldukça uzun yol almak gerekir. Bu bir süreçtir çünkü aralarındaki bütün farklara rağmen, devlet ve seçkinlerin, prangaları olmayan toplumun değişik kesimleriyle beraber yaşamayı ve çalışmayı öğrenmesi gerekir.”
Toplumlara seçme hakkı tanımayan yönetim biçimlerini ‘Despotik Leviathan’, toplumda kanunları güvence altına alamayan rejimleri ‘Namevcut Leviathan’ olarak adlandırıyorlar. Her ikisi de yarar sağlamıyor, uzun vadede kalıcı bir gelişme ve refah sunmuyor. Bu nedenle Acemoğlu, sivil toplum tarafından denetim altına alınmış ‘Prangalanmış Leviathan’ kavramını öneriyor, bu yönetim biçimi ile ‘dar koridor’da ilerlemek gerektiğini savunuyor.
Cuma ve Cumartesi günleri İstanbul’da ‘Dar Koridor’ başlıklı iki konuşma yapan Daron Acemoğlu bu kavramları ve kitabını anlattı. Boğaziçi Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada işin ekonomik kısmına, verimlilik ve gelişme bağlamında ‘dar koridor’ kavramına odaklandı. Ertesi gün TÜSES’in 20. Yılı nedeniyle, Orjin Konferans Salonu’nda yaptığı konuşmada ise konu Türkiye ekonomisi ve siyasetiydi.
Acemoğlu’nun yazdıkları ve söyledikleri için günümüzün en etkili demokrasi savunusu diyebiliriz. Malum, artık dünyada demokrasinin savunulmaya ihtiyacı var, uzun zamandır hiç olmadığı kadar… Acemoğlu, bu uğurda en etkili isimlerden birine dönüştü. Demokrasinin yararı ve sürdürülmesi üstüne kuramsal çalışmalarını, yaptığı konuşmalar ve genel okur için yazılmış ilgi gören kitaplarıyla yaygınlaştırıyor. Mesela TÜSES’in düzenlediği toplantıda son yıllarda demokrasi kavramına yönelik eleştiri ve saldırıları başarıyla çürüttü. Dünyadaki despotik eğilimleri, bunun uluslar için daha iyi olduğu yönünde sık sık dile getirilen demokrasi karşıtı görüşleri eleştiren Acemoğlu, büyümeye ve refaha dair araştırmalarla tam tersini gösterdi. 90’larda demokrasiye geçen ulusların yüzde 20 gibi zor elde edilecek bir büyümeye kavuştuklarına işaret etti. Bu büyümenin esas sebebinin de kaynakların çok daha iyi dağıtılması, herkesi kapsayıp herkese pay verilmesi olduğunu anlattı.
Eğitim ve sağlık gibi alanlarda gelişme önemli. Ama demokrasi yoluna girdikten sonra bunu derinleştirmek, gerekli kurumları inşa edip onları korumak da önemli. Mesela Türkiye, Arjantin, Venezuela gibi ülkeler demokrasiyi derinleştiremedikleri için dalgalanmalara açık kaldı. Türkiye 2000’lerdeki ekonomik düzelmeyi, içine girdiği demokrasi yolundan uzaklaştıkça kaybetti ve verimli, kalıcı bir büyümeye dönüştüremedi. Acemoğlu’na göre kredi ve inşaata bağımlı ekonomi gelecek için ümit vermiyor. Teknoloji geliştirmeyen, yabancı sermayeyi çekemeyen, eğitimde başarısız, eşitsizliğin yüksek olduğu, gazetecilerini hapse atan, özgürlüklerin sınırlandığı bir ülkenin kabuğunu kırması da mümkün görünmüyor.
Yani Acemoğlu Türkiye için iyimser konuşmuyor. Ama tüm dünya uluslarına olduğu gibi Türkiye vatandaşlarına da bir yol öneriyor. Örgütlenmek, haklarına ve bunun garantisi olacak demokrasiye sahip çıkmak. Bu şekilde kendi Leviathan’ımızı prangaya vurup, bize mutluluk ve refah vadeden ‘dar koridor’a girmek ve orada kalmak. Acemoğlu’na göre böyle bir şey Türkiye için hala mümkün, işin iyimser yanı da bu…
*Daron Acemoğlu’nun Dar Koridor kitabının bizzat katkıda bulunduğu Türkçesi, Prof Yüksel Taşkın’ın çevirisiyle, 15 Ocak’ta Doğan Kitap tarafından yayımlanacak.