22 yıllık iktidar sonrası bir seçimi daha, milli irade gaspı sayılacak şekilde hile-hurda, bozuk düzen sayesinde almış olmasına rağmen bitip tükenmeyen bir kompleks hali, belli ki bileğinin hakkıyla kazanmamış olmaktan. Seçim gündemiyle iç içe geçmiş Merve Dizdar gündemi ve iktidar kanadından ödüllü sanatçıya yönlen hakaretamiz tepkiler, özgüven eksikliğinin ifadesi zira. Özellikle Kültür Bakanlığı Bakan Yardımcısının sözleri hayli düşündürücü. Jung’un kitleyi avucunun içine almış diktatörün atadıklarına dair çözümlemelerini anımsattı. İki kutuplu dünyada Prag Baharı’ndan hemen sonra yazılmış Keşfedilmemiş Benlik. Hem kısa süre öncesinin Hitler dönemi hem de tahlilin yazıldığı tarihte yaşanmakta olan Stalin dönemi, kitle ve diktatöre bağlılık ilişkisinde, insanı birey kılan yegane özellik olarak tanımladığı ve çoğumuzun varlığını pek bilmediğimiz bilinçdışının payını işaret eder, Carl Gustav Jung.
Biraz daha açıklamaya girişmeden önce Merve Dizdar’ı kutlamakla başlayayım konuya. 76’ncı Cannes Film Festivali'nde en iyi kadın oyuncu ödülü almak büyük başarı. Canlandırdığı her karakterin hakkını layıkıyla veren bir oyuncu olarak gördüğüm için de hak edilmiş bir ödül olduğunu düşünüyorum, Nuray karakterini henüz izlemiş olmasam da. Bir o kadar büyük başarı da ödül töreni konuşmasında vurguladığı kız kardeşlerinin gönül tahtına kurulmak oldu. Yönetmen Nuri Bilge Ceylan ise bir başka ödül gecesinden, “yalnız ve güzel ülkeme” cümlesiyle, filmleri, üçlemeleriyle hatırdan çıkmayan usta sinemacı. Kuru Otlar Üstüne ise en kısa zamanda izlemeyi umduğum filmler listeme ilk sıradan girdi. Sıkı bir film izleyicisi olmasam ve beyaz perdeyi yakından takip etmesem de sınırlı bir tanışıklıkla haddi aşmazsam eğer, bu filmde, az çok farklı siyasi görüşlerin ittifakıyla başarıya ulaşıldığı izlenimi uyandı bende. İyi işler çıkarmak için her zaman farklı görüşlerin bir aradalığına ihtiyaç olduğu yönündeki yerleşik görüşlerim ihtimal ki böylesi bir izlenime ulaşmamda önayak olmuştur. Sürç-i lisan ise affola. İttifaklar üzerinden konuşmanın yıllardır süren alışkanlığı nereye baksak benzerini görmeye yol açan bir seçici algı yaratmış gibi.
Millet İttifakı'nın ve Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçim başarısına gelince -evet, yanlış okumadınız seçim başarısı yazıyor- diktatörlüğe evrilme potansiyeli de yüksek olan bir otoriter sistemde, seçmenin yarısının yönetimi sorgulayan insanlardan oluştuğunu göstermesiydi. Sonuçta iktidarı kazanan olmadı ama ileride torunlarımızın bize dönüp ‘o yıllarda siz ne yapıyordunuz’ sorusuna, gönül rahatlığıyla cevap verme şansı kazandık, destekleyenler olarak. Elbette bir de “o yıllarda resmi rakamlara inanan da pek yoktu” cümlesini ekleriz muhtemelen. Ne yargıya ne idari yapılara güvenmek için elimizde inanılır bir kaynak yok gerçekten. Örneğin ‘maaşlara zam yapmaya gelince TÜİK resmi rakamlarını esas alan idare, aynı günlerde bir diğer kamu kurumu olan Diyanet aracılığıyla halktan kurban bağışı toplayacağı zaman, gerçek enflasyonu yüzde 164 olarak açıklayacak kadar pişkin ve pervasızdı’ diyerek delil de sunarız çocuklara, torunlara. Millet İttifakı partileri, politikacıları seçim sürecinde bile iktidarı bırakıp birbiriyle siyasi rekabete girmiş olduğu halde seçmenin yarısı, bu ucube sistemden çıkmak için onlara güvendi. Politikacıların kıymet bilip bu gerçeği teslim edeceklerinden kuşkulu olsa bile seçmenin, pişmanlık değil onurlu mücadele olarak gördüğü, görmesi gerektiği kanısındayım. Nihayetinde diktatörlüğe evrilme potansiyeli yüksek bir otokrasiye, umduğu kadar rahat hareket edemeyeceği gösterildi, henüz kesinleşmemiş resmi bu oranla bile. Ve daha önemlisi geleceğe bir tohum bırakıldı 2023 baharında. Yeşerip güçlenecek, demokrasiye dönüşecek bir tohum ekildi ülkenin geleceğine. Bizim payımıza düşense direngen bir sabırla yaptığımızı yapmayı, ‘bu ülkenin bize öğrettiği tek şeyi’ mücadeleyi sürdürmekmiş, hepsi bu.
Yıllar önce Ankara Küçük Tiyatro’da izlediğim bir oyunu hatırladım, seçim sonuçlarını izlerken. Toygun Orbay’ın yazıp Burcu Aksakal’ın yönettiği oyunda ‘Yirmibironbeş Treni’ Nazım Hikmet’in ‘dört kollu’su, Necip Fazıl’ın ‘tahta at’ı, Yahya Kemal’in ‘sessiz gemi’si, sözün özü imamın kayığıydı esasen. Tıpkı yıllar önce oyunu izlerken olduğu gibi akşam seçim sonuçlarını izlerken de bidayeti olan her şeyin bir nihayeti vardır özlü sözü düştü aklıma. Ve garda bekleyenlerin bitip tükenmek bilmeyen soruları üzerine biteviye tekrarlanan aynı replik: “ne zaman geleceğini kimse bilmez” hemen ardından “mutlaka gelir.” Umarım yanlış anlaşılmaz evet ecel dediğimiz yaşam döngüsünün vadesi hakkında. Ancak bende iz bırakan çağrışım, az önce yazdığım gibi başlangıcı olan her şeyin bitişi olduğunu hatırlamamdan ileri geliyor sanırım. Başlangıcı olan AKP iktidarının elbet bitişi de olacak. 14 Mayıs'ta olmadı 28’inde olacağını umduk, olmadı. Fakat eminiz, ne zaman olacağını şimdiden kestiremediğimiz bir vade “mutlaka gelir.” İş ki bugünkü seçmenin yarısını oluşturanlar dirençli kalmayı başarsın. Politikacılar, partiler, krallar, paşalar, beyler ‘gelirler, giderler’. Bugünün seçmeni direnerek ülkeye verilecek hasarı, mümkün olduğu kadar az tutmayı hedeflese ve başarsa geleceğe yapılacak en büyük yatırım sayılır.
Yazımın başına sözünü ettiğim gibi, Kültür ve Turizm Bakanlığı Bakan Yardımcısı Serdar Çam, Merve Dizdar’ın kısa ödül konuşmasına uzun uzun nefret kusmuş. “Er ya da geç halkımız kendisini aşağılayanların hadlerini bildirecektir” tehdidiyle görülüyor ki yalanın işlevsel bir argüman olarak tercih edildiği diktatörlüklerin politikası benimsenmiş. Bu tarz yönetimlerde karar vericinin atadığı memurların ikinci, üçüncü yedeklerine özgü ve kendini beğendirme hevesini aşikar eden hırçınlıkla konuşmuş muhterem zat. Yönetimin kendini var etmek için seçtiği korku politikasınca üretilmiş tipik söz kalıplarından öteye de geçememiş. “Kendi ülkesinin kadınlarının hakkını, hukukunu koruyormuş gibi yapıp, aslında oradaki Ermeni, PKK, FETÖ veya DHKP-C lobilerinin düşmanca yürüttüğü saldırı ve yakıştırmalarına benzer bir tavırdır bunların tavrı.” Bakan yardımcısının sözleri de tam olarak yıllardır, Soylu’nun, YRP ve HÜDA PAR’ın kadın haklarına, İstanbul Sözleşmesi’ne, 6284 sayılı şiddet yasasına, nafaka hakkına saldırırken tüm kadın hakları savunucularına yönelttikleri ithamdı. Her yıl yüzlerce kadın öldürülür, yüzlerce çocuk cinsel istismara uğratılır, milyonla kadın şiddetle burun buruna yaşarken eril şiddeti önlemek yerine şiddetle mücadele mekanizmalarını yok ederken sanatçı bunu dile getirince hain oluyormuş. Neyse film ve ödüllü oyuncu en iyi bildikleri işi yapmış, iktidarı rahatsız etmeyen sanata, sanat denmez zira. Eleştiren sanatçıya “eziklik” yakıştırması tam bir sosyal aşağılık kompleksi teşhisini hak ediyor. Yalan, politikanın temel argümanı olduğundan ve bireysel sorumluluğu elinden alınmış kitle, ülke içinde kendi maruz kalıp, benimsediği yalanların ülke dışında da tekrar edilmesini gerekli gördüğü için kızgın. Nasıl kızmasın ki yalan olduğunu bilerek itaat ettiği gerçeğini gizleyerek kendisi gibi yapmayanı, bireysel sorumluluğunu idrak edeni tahkir ederse kendisini yüce hissedecek, başka yolu yok. Özerk birey olma iradesini kitleye kaptırmış, kitle olarak tek yöneticiye biat etmiş, o yöneticiyi de handiyse yarı tanrı konumuna yükseltmiş olunca hakikatin seslendirilmesine tahammülsüzlük dışında bir şey gelmez elden.
Keşfedilmemiş Benlik dışında bir de Kur’an’dan Süleyman kıssasını hatırlatmak iyi olabilir. Her rakamı sahtesiyle değiştiren, her türlü bilgiyi çarpıtarak yalanı temel politika edinen, korku iklimiyle iktidarını sürdüren bir yönetimin ve yarattığı kitlenin içten çözülmesi beklenecekse eğer Süleyman'ın asasını kemiren kurtçuğun çıkmasını, sorgulamaların başlamasını bekleyelim bakalım. Fakat Jung bu içten çözülme ihtimalinde pek de haklı olmayabilir. Sanırım seçmenin diğer yarısı direncini sürdürdükçe biat etmiş kitlede de azar azar sorgulama başlayabilir.