Türkiye’de yöneticilerin gerçekle olan bağı giderek kopuyor. Gerçekten kaçış bir mazeretler evrenine sığınmayla kol kola ilerliyor. Hükümetin başarısızlıkları izah edilirken kullanılan mazeretlerin neredeyse tümü ulus kavramına gönderimde bulunuyor. Sağlık Bakanı, Covid-19 istatistiklerini manipüle ettiği ortaya çıkınca durumu kabulleniyor, ama bunu “ulusal çıkar” adına gerekli gördüğünü ileri sürüyor. Ekonomi Bakanı, kurların her gün daha da hızlı bir şekilde yükselmesiyle ilgilenmediğini çünkü reel ekonominin yolunda gittiğini savunuyor. Çok sıkıştırılırsa da durumu “ulusal bağımsızlık” siyaseti için ödenen bir bedel olarak açıklayıp işin içinden çıkıyor. Eğitim Bakanı, ilk günden sorunlu başlayan online eğitim sisteminin aslında gördüğü yoğun ilgiden ötürü çöktüğünü belirtiyor. Bakan “ulusal karakter” kartına oynuyor ve eğitimin yerli ve milli olanaklarla sürdürülmesinin önemini hatırlatmayı ihmal etmiyor. Tüm bunlar olurken Adalet Bakanı hiç geri durur mu? O da "yetkiyi milleten alan millete sırtını dönemez" görüşüyle yargı boyutu üzerinden tartışmaya katılıyor. AYM ve AİHM’nin aldığı son yargı kararları karşısında sığındığı son mevzi “ulusal egemenlik” mazereti oluyor.
Bizler siyasetçilerin sıkıştıkları durumlarda veya bir başarısızlığın üstünü örtmek istediklerinde yalan söylemesine alışkınız, bunda şaşıracak bir yan yok. Ama karşı karşıya olduğumuz durum sadece vaziyeti kurtaracak cinsten siyasi yalanların ileri sürülmesinden ibaret değil. Siyasetçilerin milli tahayyülün kapsayıcı şemsiyesi altında yalan üretmesi, milliyetçiliğin ikna edici gücüne bel bağlaması, durumu kökünden değiştiriyor. Çıkarları, bağımsızlığı, karakteri ve egemen oluşuyla tam teçhizatlı bir ulus tasarımı insanın yaşadığı, etinde kemiğinde hissettiği gerçekliğin karşısına bütün heybeti ve kudretiyle dikilmiş durumda. Yani mesele kısa vadeli siyasi kazançlar uğruna yalan söylenmesiyle sınırlı değil ve derinden derine kendini ulus tahayyülüne bağlı hissedenlerin haleti ruhiyesini hedef alan kapsamlı bir dönüşümle ilişkili. Bireylerin duygu durumunda meydana getirilmiş değişiklik üzerinden toplum hayatının gözeneklerine kadar nüfuz eden, düşünceyi bir bütün olarak zehirleyen bir gelişmeden söz ediyoruz. Bunun sonucunda kendini milli gurur duygusuyla tanımlayan bireyler zamanla gerçek dünyadan kopmakta ve içinde yaşadığı fantezi evrenini devam ettirecek yeni düşünce biçimlerinin dayatmasına maruz kalmaktadır.
Siyasetçilerin yaptığı gerçek dışı açıklamaların nereye karşılık geldiğini, nasıl etki yarattığını anlamak için söz konusu bireylerin oluşturduğu hedef kitleyi analiz etmek gerekmektedir. Bu sayede AKP ve MHP ittifakının önce yarattığı, şimdi dayandığı toplumsal tabanı tanımak, günümüzün siyaset yapma tarzlarının ve siyasal akıl yürütme biçimlerinin geçirdiği dönüşümleri kavramak mümkün hale gelecektir. Öncelikle belirtilmesi gereken şey bu kitle içinde İslamcı kesimlerin ve AKP’nin Milli Görüş geçmişinden yadigar kalanların asıl çoğunluğu oluşturmadığı gerçeğidir. Esasen Türkiyecilik ekseninde tanımlanmış yeni milliyetçi paradigmaya bağlı gruplar Cumhur İttifakı partilerinin gerçek toplumsal dayanağını oluşturmaktadır. Elbette bu kapsamdaki insanların hepsi milli aidiyetten, yani Türk olmaktan aynı şeyi anlamamaktadır. Kimileri kısmen etnik, esasen seküler ve ilerlemeci bireylerden kurulmuş bir ulus hayal ederken kimileri de dindar, geleneklerine bağlı ve otoriteye saygılı insanların oluşturduğu bir ulus düşleyebiliyor. Türkiyecilik, Türklüğün ne olduğu konusunda ayrışan bu toplulukların, Türkiye’nin her şeyden önce geldiği ve her koşulda savunulması gerektiği konusunda birleştirilmesini mümkün kılan politikalar bütününü anlatıyor.
O halde, memleketin başına gelen her kötülüğün kaynağını dışarıda arayan ve Batı karşıtlığından beslenen grupları Türkiyecilik zemininde bir araya getirmenin Cumhur İttifakı’nın en büyük başarısını oluşturduğunu söyleyebiliriz. Diğer yandan Suriyeli mültecilere duyulan hınçtan beslenen yabancı karşıtlığı ve ülkenin bölünmesinden duyulan korkudan beslenen Kürt karşıtlığı bu yeni milliyetçiliğin gergin ve nispeten kırılgan sayılabilecek yanlarını temsil ediyor. Ama bu kırılganlıklar sonuçta söz konusu kesimler arasında Türkiyecilik zemininde bir mutabakat yaratılmasına da mani olamıyor. Erdoğan ve AKP siyasetinin bugünkü en temel meselesini, esasa dair konulara girildiğinde birbiriyle çelişen beklentilere sahip bu kesimleri nasıl bir arada tutacağı sorusu oluşturmaktadır. İktidarın bugünkü ulus ve ulusçuluk vurgusunun asıl içeriğini bu kesimlerin çeliştiği noktaları dengede tutmak, onları birleştiren hususları öne çıkarmak belirlemektedir. Doğu Akdeniz’de ve Libya açıklarındaki saldırgan dış politika, ABD ve AB karşısındaki iddialı ve uzlaşmaz siyaset, HDP’ye uygulanan ağır siyasi baskı ve Kürt taleplerinin siyasetten dışlanması, Suriyeli mültecilere karşı benimsenen tutarsız politikalar hep bu çelişkiler yumağını bir arada tutacak, dağılıp gitmesini engelleyecek ideolojik konsensüs çerçevesinde anlamını kazanmaktadır.
Ulus kavramını tek bayrak, tek millet, tek devlet, tek vatan anlayışı doğrultusunda içeriklendiren ve Türkiye’nin önceliği çerçevesinde operasyonel kılan günümüz milliyetçiliğinin bileşimini ana hatlarıyla bu şekilde kavramak mümkün. Ulusu bazen Kızıl Elma gibi coşturucu bir ideal, bazen çıkarları neyi gerektiriyorsa hakikati ona göre bükmemizi talep eden bir olgu, bazen de ahlaki bakımdan kabul edilemez olan yanlışları aklayan bir mazeret haline getiren süreç de bu minvalde gelişmiştir. Bu yeni milliyetçi bakış açısı için tartışılan konu ne olursa olsun mesele son tahlilde hep ulusla ilgildir. Zira bireyin kendini ait hissettiği devletin, yani Türkiye’nin büyüklüğü ve saygınlığı her şeyden önce gelmekte ve bu öncelik sıralaması tarihsel ve toplumsal gerçekliğin alımlanmasında takıntılı bir düşünce tarzının doğmasına yol açmaktadır. Her kritik dönemeçte kendini iç işlerine karışan başka ükelerle bir onur ve kabul görme mücadelesinde hayal eden bu yaklaşım, neyin milli ve yerli neyin gayri milli ve dışarıdan olduğunu belirlemeyi de değişen koşulların belirsizliğine terk etmektedir. Yani sınırları çizilmiş ama içeriği belirlenmemiş bir varlık olarak ulusa aidiyet, peşi sıra sürekli değişen ölçütlerin dağınıklığıyla uyum içinde gelişen kopuk ve çelişkili düşünce biçimlerini getirmektedir.
Konu Covid-19 veya sınır tanımayan bir virüs salgını olabilir, ama bize esas mevzunun yine de ulusal çıkarla ilgili olduğu söylenecektir. Mesele ekonomik yoksullaşma veya hayat pahalılığı olabilir, ama buna ulusal bağımsızlık gülünün dikeni olarak katlanmamız istenecektir. Eğitim kötü mü gidiyor, varsın olsun; yine de yerli ve milli kaynak kullanımına sevinmemiz salık verilecektir. Bilmem yargının siyasallaşmasının karşılığının da milli egemenlik gururu olacağını söylememe gerek var mı? Söz konusu açıklama ve mazeret üretme teknikleri işte böyle böyle hakikate karşı kayıtsız kılınmış insanların arzularına ve değerlerine sesleniyor. Burada eleştirilmesi ve hedef alınması gereken şeyin belli bir halk kesimi veya toplumsal grup olmadığını vurgulamak özellikle önemlidir. Asıl mesele bu bireyleri siyasete dahil ederken başvurulan duygusal mekanizmalarla ve onları çevreleyen söylemlerle ilgilidir. Ulus ve vatan sevgisini her türlü doğru ve yanlışın, iyi ve kötünün ötesine taşıyan Türkiyeci söylemler, her sözün söylenebileceği ve her değerin çiğnenebileceği bir siyasal ortamın doğmasıyla sonuçlanmıştır. Memleketin ahlaki çöküşü, düşünce dünyasındaki daralma, durdurulamayan zihin göçü, bugün hastalık karşısında insanların eli kolu bağlı kalmasına, toplumun giderek yoksullaşmasına ve barıştan giderek uzaklaşmasına yol açmaktadır. Yüzünü gerçeğe ve insana yeniden dönmek, Türkiye’nin kopup gitmesini durduracak tek çözümdür.