'Türkiye, İsveç'in NATO üyeliği konusunda dış politikadaki üç temel ilkeyi ihlal etti'

DEM Parti Milletvekili Cengiz Çandar, "Türkiye, İsveç'in NATO üyeliği konusunda dış politikadaki üç temel ilkeyi öngörülebilirlik, güvenilirlik ve tutarlılık ilkesini sürekli olarak ihlal etti" dedi. 

Abone ol

DUVAR - DEM Parti Diyarbakır Milletvekili Cengiz Çandar, İsveç’in NATO üyeliğine ilişkin kanun teklifinin Genel Kurul’da gerçekleşen görüşmelerinde konuştu. Türkiye’nin “şantajcı, pazarlıkçı ve kötü bir dış politika izlediği eleştirisinde bulunan Çandar, İsveç’in NATO üyeliğine ilişkin Türkiye’nin izlediği dış politika için ‘Meşhur ağa, maraba ve eşek hikâyesini andırıyor’ dedi.

Çandar, Türkiye’nin dış politika konusunda tutarlılık ve güvenirlik eksikliği ortaya koyduğunu, bunun ceremesini ise Gazze’nin çektiğini ifade etti.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 28 Ekim’deki “İsrail’i dünyaya savaş suçlusu olarak ilan edeceğiz” sözlerini hatırlatan Çandar, “Herhalde hazırlıklar bir türlü bitmedi ama İsrail'le ticaret de bitmedi” diye konuştu.

Çandar’ın konuşmasından satırbaşları şöyle:

“Kuşkusuz İsveç'in NATO üyeliği konusu sadece ülkemizde değil, burada değil uluslararası alanda da büyük bir ilgi ve dikkatle izleniyor ve muhtemelen bugün bu Genel Kuruldan karar çıkacak yani İsveç'in NATO'ya girişi onaylanmış olacak ama bu, Türkiye'nin, en başından beri, bu işin en başından beri şantajcı ve pazarlıkçı, kötü bir dış politika izlemiş olduğu gerçeğinin üzerini örtemeyecek. Dış politikada şu üç temel ilke çok önemlidir: Bir, öngörülebilirlik; iki, güvenilirlik; üç, tutarlılık. Türkiye, İsveç'in NATO üyeliği konusunda bu üç ilkeyi de sürekli olarak ihlal etti. Ben, bu iş başladığından yakın süreye kadar İsveç'te yaşıyordum, o yüzden gelişmelerin birebir tanığı oldum.

Bu iş nasıl başladı, nereden başladı? Rusya Ukrayna'yı işgal ettiği zaman başladı. Herhangi bir kolektif güvenlik sistemine üye olmamayı, tarafsızlığı âdeta ulusal kimliklerinin bir parçası hâline getirmiş iki ülke; Rusya'yla son derece uzun bir sınırı olan Finlandiya ve de İskandinavya'nın en büyük ülkesi İsveç "Biz, Batılı ülkeler olarak, Batı'nın kolektif güvenlik sistemi içinde yer almak istiyoruz." dediler, NATO da bunun üzerine "Başımızın üzerinde yeriniz var, buyurun." dedi, Türkiye o sırada "Bir dakika..." dedi, "Bir dakika durun bakalım, benim şartlarım var ve itirazlarım var." dedi. Nedir? "'Terörist' diye nitelediğimiz birtakım isimler var, onları sen bize iade edeceksin, bizim terör konusunda hassasiyetimiz var, ondan sonra durumuna bakarız." dendi. 32 isim çıktı; Türkiye'de iktidarın kontrolündeki medyada bu isimler ve fotoğraflar yayınlandı, İsveç medyası da oradan bunları devraldı. Fakat bir baktık ki bu isimlerin bazıları... İsmi de vereyim: Sıraç Bilgin; ölü, 2014 yılında hayatını kaybetmiş; istendiği söylenen, iadesi istenen isimlerden bir tanesi. Bazıları İsveç vatandaşı ve İsveç kanunlarına göre bir İsveç vatandaşının İsveç'le aynı ceza hukuku kuralları olmayan bir ülke tarafından talep edilmesi hâlinde iadesi hukuken mümkün değil. Üçüncüsü, bir başkası az önce yine ifade edildi, adını ben de vereyim: Amina Kakabaveh; İsveç Sol Partisi Genel Başkanıydı, bu kriz çıktığı zaman bağımsız milletvekiliydi ve hükûmet onun oyuyla güvenoyuna dayanıyordu. Bizim oradaki, o zamanki Büyükelçi kalktı, İsveç radyosuna onun da iadesinin istenebileceğini söyledi. Şimdi, hiçbir şey anlaşılamadı; bu nasıl politikadır, ne isteniyor, ne olacak, ne bitecek anlaşılamadı.

 

'MEŞHUR AĞA, MARABA VE EŞEK HİKÂYESİNİ ANDIRIYOR'

Geldik Haziran 2022'ye, Madrid'deki NATO Zirvesi'ne. Türkiye, İsveç ve Finlandiya arasında üçlü mutabakat metni ortaya çıktı ve arkasından Sayın Cumhurbaşkanı Madrid'den dönüşünde, uçakta, iadesi istenen 72 kişiden bahsetti. O zaman İsveç'te medya organları bana geldiler, dediler ki: "E, 32'ydi, nereden 72 oldu? Kim bunlar?" E, bilmiyoruz. Büyükelçiliğe sordum: "Kim?" "Bizde isim filan yok yani İsveç makamlarıyla bizim görüşüp talep ettiğimiz, sunduğumuz isim yok." dendi Büyükelçilik tarafından. Daha ötesi, yine Sayın Cumhurbaşkanı, 8 Kasım 2022 tarihinde, burada, Ankara'da, İsveç Başbakanı Kristersson ile ortak basın toplantısında "Sizden bu kişiyi istiyoruz." diye isim telaffuz etti, o kişi de gelmedi, hâlâ İsveç'te yaşamaya devam ediyor. Sonra, bir ara dendi ki: "Ya, konu bu değil, konu aslında Türkiye ile Amerika arasındaki F-16'larla ilgili bir mesele." E, peki, ne oldu, F-16'lar geldi mi? Hayır, gelmedi, F-16'lar ortada yok. Ha, belki Blinken bu son temaslarında "Vallahi billahi Biden senatoya bu konuyu sunacak." dedi ama geçip geçmeyeceğini bilmiyoruz, Blinken'ın böyle deyip demediğini de bilmiyoruz ama F-16'ların ortada olmadığını biliyoruz. Yani, bu hikâyeye, bu İsveç'e ilişkin olarak, NATO üyeliğine ilişkin olarak Türkiye'nin izlediği politikaya nereden baksanız bakın, bu, meşhur ağa, maraba ve eşek hikâyesini andırıyor. Hani bu en sonunda iş yolculuğun başladığı yere gelmiş de maraba ağaya dönmüş "Ağam, biz bu haltı niye yedik? Başladığımız noktadayız." demiş, İsveç'in NATO üyeliğiyle ilgili durumumuz da bu. Biz Türkiye olarak bu konuda, taleplerimizin karşılanması anlamında bir buçuk yıl önce neredeysek aynı noktada duruyoruz.

 

'TÜRKİYE GÜÇLÜ BİR ÜLKE OLSAYDI İSRAİL SOYKIRIMA TEVESSÜL EDEBİLİR MİYDİ?'

Şimdi, buradan ne çıkıyor? Burada Türkiye'nin muazzam bir tutarlılık, güvenilirlik eksikliği ortaya konmuş oldu. Peki, bunun ceremesini kim çekiyor? Gazze çekiyor, bunu açıkça söyleyeyim, Gazze çekiyor. Ne ilişkisi var? Şu ilişkisi var: Eğer siz Batı'da ağırlığınızı kaybetmiş bir ülke hâline gelirseniz, izlediğiniz politikayla Batı kurumlarında ciddiye alınmaz bir hâldeyseniz bölgede de ağırlığınız kalmaz. Filistin halkının efsanevi lideri Yaser Arafat Türkiye'ye verdiği önemi açıklarken bir gün bana "Siz çok önemlisiniz, sizin kamuoyunuza hitap etmem lazım çünkü siz NATO üyesisiniz yani Filistin davasını Batı'da, NATO kulvarlarında, kulislerinde taşıyacak unsurlardan birisiniz, çok önemlisiniz." demişti. Şimdi, hâl bu iken Batı dünyasında hiçbir ağırlığı olmayan, maraza çıkaran, pürüz çıkaran bir ülke; Türkiye güçlü bir ülke olsaydı İsrail şu soykırıma tevessül edebilir miydi? Bakın, bugün itibarıyla, 7 Ekim’den bu yana 108 gün oldu -Türkiye'yle kıyaslama yaparak daha kolay tasavvur edilsin diye söylüyorum- ölü sayısı, Türkiye'de 108 gün içinde 1 milyon 40 bin kişinin ölmüş olması ne demekse o; 450 bin çocuğun, yaklaşık yarım milyon çocuğun ölmesi, hayatını kaybetmesi ne demekse o; Gazze'de geldiğimiz nokta bu; bu, soykırım.

'HAZIRLIKLAR BİR TÜRLÜ BİTMEDİ AMA İSRAİL'LE TİCARET DE BİTMEDİ'

Nitekim, Cumhurbaşkanı Erdoğan da "İsrail'i savaş suçlusu ilan edeceğiz ve bunun hazırlıklarını yapıyoruz." dedi. Ne zaman dedi? 28 Ekim tarihinde. Geldik 29 Aralık'a, herhâlde hazırlıklar bir türlü bitmedi. Güney Afrika tuttu İsrail'i Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesinde sanık sandalyesine oturttu. Almanya karşı çıkıp İsrail'in yanında yer aldı, Namibya da Güney Afrika'nın yanında yer aldı. Peki, Türkiye nerede bu arada, ne yapıyor, Türkiye hani İsrail’i ‘savaş suçlusu’ olarak ilan edip bunu bütün dünyaya kabul ettirecekti? Hazırlıklar bir türlü bitmedi ama İsrail'le ticaret de bitmedi, İsrail'le ticaret de devam etti.

Bakın, burada resmî rakamlar var. Bu resmî rakamlara göre, Türkiye Denizcilik İşletmelerinin rakamlarına göre İsrail 2023 yılında deniz yoluyla yapılan ihracatta 5'inci ülke durumunda. 2022 ile 2023 arasında, 2022'ye oranla 2023'te İsrail'e askerî malzeme ihracatında 3 misli artış var; İsrail'le ticaret devam ediyor. Siz ha babam hamasi nutuklar atıyorsunuz, gösteriler yapıyorsunuz ama İsrail'le ticaretiniz devam ediyor. Şimdi, bu manzarayı verdiğiniz zaman, bu görüntüyü verdiğiniz zaman inandırıcılığınızı daha da kaybediyorsunuz. Yani şimdi kim bölgede bu sorunda -ki bu sorunun nasıl biteceği, nereye evrileceği hâlâ belli değil- Türkiye'yi garantör olarak ister, kabul eder, önerir; kim ara bulucuğunu talep eder? Nasıl arabuluculuk yapacak?

En önemlisi Türkiye uluslararası sözleşmeleri de uygulamıyor. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin altına attığı imzayı uygulamıyor. "Nereden biliyorsunuz?" derseniz; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi AHİM kararlarının uygulanmasını şart koşuyor. Kalkıyor, Adalet Bakanı daha birkaç gün önce dedi ki: "O kararlar siyasidir." E, Allah'tan korkun. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin büyük dairesi onca ülkenin temsilcisi içinde Türkiye dış politikası bir yargıcı ikna edemedi mi? Onlarca sayfa karar çıktı.

Şimdi, hâl buyken eğer Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları uygulanmış olsaydı ki Anayasa'mızın 90'ıncı maddesi de bu konuda amirdir. Adalet Bakanının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını "Siyasi mi, hukuki mi?" diye yorumla hakkı da yoktur, tersine, kendi Anayasa'mızın 90'ıncı maddesi gereğince uygulaması zorunluluğu vardır. Eğer uygulanmış olsaydı bugün Selahattin Demirtaş dışarıda olacaktı, bugün Osman Kavala dışarıda olacaktı ve Türkiye'nin üzerinden büyük bir kambur da kalkmış olacaktı. Ama anayasası uygulanmayan, anayasası bizzat yöneticileri tarafından sürekli ihlal edilen ülkenin de dış politikasının hâlipürmelali bu olur, fazla da umut beslememek gerekir.”