AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın esip gürlemediği ve
toplumun her kesimine az çok eşit mesafede bir Cumhurbaşkanı tavrı
sergilemeye en yaklaştığı anlar, “karar verme” anları. Yeni
hamlenin kararlaştırılması, ilk adımların perde ardında atılması ve
ilk tepkilere göre oyunun yönetilmesi anlarında, toplum olarak
başımız kulağımız rahat oluyor ve göreli bir sükunet yaşıyoruz.
Nitekim 31 Mart’tan bugüne Cumhurbaşkanı “karar verememezlik”
anlarına işaret eden sakinliğini koruyor. Ana muhalefet partisi
lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik Ankara Çubuk’ta sahnelenen
provokatif niteliği aşikar saldırı sonrasında her ne kadar arayıp
bir geçmiş olsun demek, bir ziyaret etmek gibi, “sakince” yapılması
gerekenlerin hiçbirini yapmasa da bu konudaki açıklamasında en
yüksek tondan ayrıştırıcı bir dil kullanmaktan da bir ölçüde imtina
ettiğini söylemek mümkün. Buna da şükür.
Bu “mutedil bekleyiş” sırasında şapkadan her an bir tavşan
çıkabileceğini de öngörüyorduk tabii. Üstelik AKP’nin ve Erdoğan’ın
manevra kabiliyetine ilişkin tecrübemiz ve bazı numaraların
bayatlamış olduğuna ilişkin kanaatimiz bize bu tavşanın epeyce
şaşırtıcı olabileceğini söylüyordu. Oysa ilk bakışta şaşırtıcı
gelse de, AKP gemisinin buz kırıcısı Abdülkadir Selvi’nin önden
giderek çatlattığı, sonra da farklı medya organlarında eski AKP
milletvekili Emin Şirin’in açıklamalarına atfen gündeme getirilen
yeni plan olarak “Türkiye ittifakı” pek de şaşırtıcı değildi.
Erdoğan zaten günler öncesinden bunu telaffuz etmiş, Bahçeli de
“bizim ittifakımız Cumhur’ladır” diyerek şerhini koymuştu. Emin
Şirin’in iddiasına göre, on beş gün önce CHP’ye iletilen teklifte
ekonominin yönetimini CHP ile mutabık kalınacak bir isme bırakmak
konuşuluyormuş. Ekonominin teslim edilmesi muhtemel isimler
arasında İş Bankası Yönetim Kurulu üyeliğinden 31 Mart’ta istifa
eden eski genel müdür Ersin Özince’nin ve şu anki genel müdür Adnan
Bali’nin adlarının geçtiği de medyada dolaşıma giren iddialar
arasında.
Kısacası birkaç günden beridir yazılanlara bakılırsa, şapkadan
musafaha ve demiri soğutma gibi veciz sözler eşliğinde, bir
“Türkiye İttifakı” teklifi çıkmış gibi görünüyor. Fakat bir yandan
da birçok şey çok hızla değişiyor. Bu yazı bu gece yayınlandığında
bu ihtimal tümüyle yalanlanmış ya da tüketilmiş olabilir. Fakat
iddia edildiği gibi bir “Türkiye ittifakı” teklifi gerçekleşmiş
olsun ya da olmasın, bu konunun nasıl tartışıldığını ve
şifrelerinin nasıl okunduğunu masaya yatırmak gerekir. Zira
Erdoğan’dan gelen bir “Türkiye ittifakı”nı doğru okuma çabasının
önemli olduğunu düşünüyorum. Şaşırtıcı isimlerden şaşırtıcı yanlış
okumalar gelebiliyor çünkü.
Örneğin kendi partisi içinde AKP politikalarına karşı en net
muhalefeti yükseltenlerden biri olan CHP Grup Başkan Vekili Özgür
Özel’in açıklamasına baktığımızda rahatlıkla şunu görüyoruz. Özel,
“Türkiye ittifakı”nı tam da Erdoğan’ın 82 milyonu kast ediyoruz
sözleri doğrultusunda okuyor.
Erdoğan’ın dile getirdiği “ittifak” teklifinin “ittifak” sözcüğünün
anlamını bihakkın karşıladığını düşünüyor. Ona göre tek sorun
Erdoğan’ın samimiyetinde. Özgür Özel, eğer Erdoğan Türkiye ittifakı
söyleminde samimiyse ilk iş olarak İçişleri Bakanı Süleyman Soylu
ile Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ı görevden almalıdır diyor. Bahçeli’nin söylemiyle
kendi söylemi arasındaki farkı kamuoyuna açıklaması gerektiğini de
ayrıca ifade ediyor. Yani niyeti bu olmasa da ittifaka dönük bir
tür pazarlığa da girişmiş oluyor.
Bu tarz bir okumayı yapanlardan biri de Can Dündar, o da şunu
söylüyor: “Erdoğan'ın ‘Türkiye ittifakı’ kurabilmek için önce kendi
egosunu yenmesi gerek; –ki o ego ona, yenildiği seçim sonucunu
kabullenmemesini İmamoğlu'nun elini sıkmamasını, saldırıya uğrayan
Kılıçdaroğlu'nu aramamasını söylüyor. Vitrin Paris, hakikat
Kasımpaşa.”
Ne büyük yanılgı... Oysa Erdoğan’ın tam da o büyük egosundan
doğuyor “Türkiye ittifakı.” Zira Türkiye’nin bekası için bir
ittifak değil bu. Beka AKP’nin bekası... Üstelik Erdoğan’ın büyük
egosu keskin “u dönüşlerini” veya dün söylediğinin bugün tersini
dile getirmeyi ve yapmayı da getiriyor. Erdoğan hemen her zaman
çelişkili birçok şeyi aynı anda yapabiliyor. Zira böyle bir egonun
baktığı yükseklikten bütün diğer zekalar, akıllar, egolar
küçümsenir. “Suratlarımıza her Allah’ın günü sağlı sollu yediğimiz
kroşelerin yeri soğumadan, ne demiri soğutması, ne musafahası”
diyebilecek bir aklı hiç varsaymayan pervasız bir ego...
Her şey bir yana Erdoğan’ın önünde 2023’e kadar upuzun bir dört
yıl var. Musafaha istiyorsa ferahfeza bunu yapabilir. Ekonomiyi de
gerçekten istiyorsa böyle bir musafaha ikliminde zaten düze
çıkarabilir. İktidarı tek başına elinde tutan bir siyasetin niyeti
“doğru” yolda doğru adımlarla yürümekse kimseyle ittifaka filan
ihtiyacı yok. Ha, “musafaha, musfaha” derken, sofradaki musakka tek
başına silip süpürülmek isteniyorsa onu bilemeyiz...
Sanırım şunu görebilmemiz gerekiyor. Erdoğan’ın “Türkiye
ittifakı” söylemi bir “geri adım” değil, kendi davası çerçevesinde
yine bir “ileri adımdır.” O yüzden de samimiyet ya da şişkin ego
tezleri etrafında okunamaz ve çürütülemez. Erdoğan 82 milyonla
musafahalaşmaktan söz ederken, bir yandan da 6 milyon civarındaki
seçmenin ve bu seçmen sayısından daha fazla bir nüfusun siyaset
alanında desteklediği yasal bir partiyi ve temsilcilerini, hatta
muhalefetin onlarla temas içindeki diğer bileşenlerini ağır bir
biçimde kriminalize etmekten geri durmuyor. Demek ki bu
musafahalaşma içinde esasen HDP yok.
Bir ittifak arayışından söz edilen yerde, ana muhalefet
partisinin liderine yapılmış ağır saldırı için bir “geçmiş olsun”
demeye ihtiyaç duyulmadığı pervasızca dile getirilebiliyor. HDP ile
(yani yasal bir siyasal parti ile) temas kurmuş ve ondan destek
almış bir muhalefet liderinin başına gelecek her musibete davetiye
çıkarmış olacağını bilmesi gerektiği söyleniyor. Kısacası, Türkiye
ittifakının neye ve kime karşı olacağının sinyalleri sıkılmayan
eller, yapılmayan geçmiş olsun telefonlarıyla veriliyor zaten.
Bunlar ne “tepkisel” ne de “tesadüfi” değil.
Türkiye ittifakı Erdoğan’ın ve AKP’nin davasında bir “ileri
adım”dır. AKP’nin 7 Haziran seçimlerinde ve 31 Mart seçimlerinde
yaşadığı hezimetlerde büyük pay sahibi olan, Erdoğan’a “seni başkan
yaptırmayacağız” diyen HDP’yi Türkiye seçim haritasından silmek,
hiç değilse gücünü ve etkisini azaltmak üzere atılması tasarlanan
bir adım. Bu adım, gerekirse “terörle mücadele” gerekirse “beka” ya
da ne gerekirse o ad altında atılacak.
Türkiye ittifakına dönük bu adıma biraz geriye giderek oradan
bakmayı deneyebiliriz. Bunu yaptığımızda, vakti zamanında “başka
yolların” henüz tüketilmemiş olması neticesinde atılmamış bir
adımın, epeyce ertelenmiş bir şekilde atılmış olacağını da görürüz.
Buraya küçük bir parantez açayım.
Açıkçası 31 Mart gece yarısı, henüz İstanbul’un alınıp
alınamayacağı bile belli değilken, 7 Haziran’da muazzam bir
kesintiye uğramış olan bir sürecin kaldığı noktadan devam ediyor
olduğu gibi bir hissiyata kapılmıştım. Muhtemelen birçok kişi de
böyle hissetti. Adeta “nerede kalmıştık” diyerek, bombaların darbe
girişiminin ve bin türlü melanetin burnumuzdan getirdiği bir
sevinci epeyce buruk bir şekilde de olsa yeniden yaşıyorduk. 7
Haziran süreci devam ediyordu. Bu sevinçte iktidar ve siyaset
teorilerinden ve de tarihten bildiklerimizi doğrulayan bir şeyin de
payı vardı. Immanuel Wallerstein’in dediği gibiydi. “Asla tek bir
kerede kaybedilmez. Aynı şekilde tek bir kerede kazanılmaz. Başarı
belli bir dönemin sunduğu şansların birbirlerine yapışmalarına,
tekrarlara, birikimlere bağlıdır. İktidar da para gibi birikir.
Geçmişin her zaman söyleyecek sözü vardır..” Biz de 31 Mart’ta
kazanımlarımızı biriktire biriktire bazı kayıpları aşmıştık.
Geçmişin kazanımları sözünü söylemişti...
Kısmen doğruydu bu. Fakat naiflik işte, aynı kaynaktan, yani 7
Haziran sürecinden neşet eden ikinci bir ihtimalin şapkadan
çıkacağını hesaba katmadık. Oysa AKP de 7 Haziran’a dönerek oradaki
kayıptan devam etmeyi ve 7 Haziran sürecinde atmadığı bir adımı
şimdi atmayı seçecek en azından bu adımı atmayı hızla gündemine
alacaktı.
Seçim sonucunda tek başına iktidar olamayan AKP’nin CHP ile
koalisyon ihtimalini hiç değerlendirmemiş olması atılmayan o
adımdı. Koalisyon ihtimali değerlendiriliyormuş gibi yapılmakla
birlikte esasen CHP ile bir koalisyon niyeti AKP cenahında, (daha
doğrusu Erdoğan’da) hiç oluşmamıştı. Öte yandan CHP tabanında da
AKP tek başına iktidar olamadığına ve bu anlamda yenilgiye
uğradığına göre bir CHP, HDP ve MHP koalisyonunun kurulması
gerektiğini, bunun mümkün olabileceğini düşünenlerin sayısı hiç de
az değildi. Bu düşüncede, siyaset stratejilerini duygusal ya da
tepkisel bir zeminden tasarlayan bir yaklaşım hakimdi. Yüzde 40.9
oy almış bir AKP’nin iktidardan dışlanabileceğine ilişkin bu imalar
veya açık beyanlar CHP ile koalisyon seçeneğini değerlendirmeye
zaten hiç meyilli olmayan AKP’nin işini de o tarihte epeyce
kolaylaştırdı. AKP’siz bir hükümet ve bir siyasi iktidar rüyası çok
güzeldi güzel olmasına ama en nihayetinde politik gerçeklikle
ilişkisi o tarihte epeyce zayıf bir rüyaydı işte...
Oysa Devlet Bahçeli nereye oynaması gerektiğini -duygusal
muygusal değil- gayet rasyonel bir noktadan çoktan tespit etmiş ve
kollarını sıvamıştı. Deniz Baykal da tarihsel rolünü güzelce
oynamıştı. Kısacası şunu söyleyeceğim, o tarihte siyaseten meşru
yollara dair stratejik bir akıl CHP tabanında ağırlık kazanmış
olsa, parti yönetimi buna cesaretlendirilse ve AKP’ye CHP ile
koalisyon seçeneğini denemek yönünde bir baskı uygulanıp erken
seçimin lafı bile ettirilmese, bir ihtimal 1 Kasım gibi bir hezimet
hiç yaşanmayabilirdi. Üstelik o tarihte bu yapılsaydı, mevcut
siyasi tablo içinden akılcı ve meşru bir seçenek üretilmiş olacaktı
sadece. Muhtemelen AKP o koalisyonla “normal seyreden bir siyaset
dünyasında” gücünü ve etkisini yavaş yavaş yitirirdi. Her gün
şapkadan yeni bir tavşan çıkararak, “Beka” mevzuunun istismarı
etrafında demokrasiyi tümüyle askıya alamazdı en azından.
Şimdi dön dolaş aynı yerdeyiz; Türkiye ittifakı... Bugünlük öyle
görünüyor. Üstelik bu kez bayağı derin bir yerlerden çıkan bir
akılla geliyor bu ittifak niyeti. Gücünü yavaş yavaş eritmesi çok
muhtemel olan bir koalisyon ihtimalinin üzerinden atlayarak 7
Haziran’dan bugünlere gelen AKP o noktaya şimdi geri dönüyor. Fakat
şurası çok net; 7 Haziran sürecine dönülüyormuş gibi görünse de
durum oldukça farklı. Ruşen Çakır’ın söylediği gibi, parlamenter
sistem içinde gerçekleşecek meşru bir koalisyon seçeneği ile tek
adam rejimi bünyesinde gerçekleşecek bir ittifak oldukça farklıdır.
AKP’yi yeniden ayağa kaldırma formülü olarak tasarlanan bugünkü
ittifakta CHP’nin AKP’ye destek olan bir koltuk değneğinden başka
bir rolünün olmayacağı da açık.
Kısacası koalisyon başka şeydir, ittifak başka. Neye yani, kime
karşı bir ittifak? Yine hangi bekanın istismarından AKP’ye ömür
çıkarılacak? Bu soruların sorulması şart. CHP içinde kuşkusuz çok
kişi bu türden soruları soruyor. Fakat sorulacak soru, Erdoğan’ın
samimiyeti ya da egosunun bu ittifaka elverip vermeyeceği sorusu
değil. CHP’nin tam da güçlendiği bir noktada kime karşı ve niçin bu
“destek” rolünü üstleneceğinin sorulması lazım. Bu ittifak
teklifinin, Türkiye toplumunun geniş bir kesiminde bir Kürt fobisi
olduğunu hesap ettiğini ve maalesef bu ürkütücü hesabın tümden
yanlış olmadığını görmek ve toplumsal muhalefeti bu fobiden
kurtaracak açık bir söylemi sahiplenmek her zamankinden daha
önemli.
Önüne bir beka meselesi “uygun” biçimde koyulduğunda iknaya ve
ittifaklara çok yatkın olan toplum kesimlerine bu söylemin kimin
işine yaradığını cesur bir sesle anlatmak ve ürkeklikten çıkmak
şart. Bu ses güçlendirilmedikçe, HDP karşıtı ittifaklara açık veya
zımni destek sürdürüldükçe uçurumun kıyısından dönemeyiz.