Önce Ezgi, sonra Can geldi! Sevgili yeğenlerim… Onların gelişiyle gündelik siyasetin inişleri çıkışlarıyla iyice kararan ruhumuz azıcık aydınlandı; ailecek içimizi boğan pus azıcık dağıldı. Ama ülkede dakikada bir hava değiştiği için duygu durumumuz da bir öyle bir böyle. Mutluluktan sıkıntıya, sıkıntıdan kaygıya, kaygıdan buhrana sıçrıyoruz anında. Nasıl olmasın ki? Daha birkaç gün önce, devletin kurumları seferber edilerek mazbatalarını almaları engellenen seçilmiş belediye başkanlarının çoktan hiç olmuş hukukun kaldıysa kırıntılarını işletme çabaları gündemi belirliyordu. Aradan geçen süreye bir kızgın demiri soğutma çağrısı, bir Türkiye ittifakı hikayesi, YSK’nın İstanbul seçimlerinin iptali için AKP ve MHP tarafından yapılan başvurularda sunulan “delillerin” incelenmesi kararı, beş yaşındaki bir çocuğun uğradığı cinsel istismar, bir linç girişimi, linç edilenlerin suçlanıp linç edenlerin serbest bırakılmasıyla hukukun bir kez daha katli sığdı. Üstüne üstlük ekonomik krizin her geçen gün derinleşmekte olduğunun, yoksulluğun giderek yaygınlaştığının göstergeleri herkesin farkına varacağı bir görünürlüğe kavuşmaya başladı. Ekonomi çökmüşken Kanal İstanbul “çılgın” projesinden vazgeçilmeyeceği de ilan edildi nihayet. Beli bükülmüş Türkiye halkları, bu çılgınlık için daha çok bedel ödeyeceğe benziyor.
Hal böyleyken sinir krizinin eşiğinde olmamak elde mi? Hep sınırda, hep eşikte… Bıçağın sırtında, kamçının ucunda… Düzenledikçe dağılan bir ev gibi ülke. Düzen denilen, iktidarını yarattığı korkuyla, ürküyle sürekli kılmayı başat strateji haline getiren bir siyasal oluşumun polisiye pratiğiyle şekillendikçe kuralsız, sınırları belirsiz, ilişkisiz, kopuk bir “şey”den öteye gidemiyor.
Siyasal iktidarın ana muhalefet partisi liderine, partililere yönelik linç girişimini bir yandan kınarken bir yandan da bundan böyle Türkiye ittifakı olarak anılacağı anlaşılan ittifakın pekiştirilmesi için bu linç girişiminden yararlandığını, hatta girişimi ittifaktan olası kopmalara karşı bir gözdağına dönüştürdüğünü düşünüyorum.
Linç, kitlesel şiddetin en utanmaz formlarından biri. Ama linç girişiminde bulunan şahıslardan biri “yiğit” olarak ilan edildi, eli öpüldü. “Osman amcası” oldu bir güruhun. Serbest kaldı ki korkalım. Öyle korkalım ki tek adama biat ittifakı olacağı her halinden belli Türkiye ittifakına dahil olalım. Halihazırda destekliyorsak bu ittifakı, ayrılmak aklımıza bile gelmesin. Öyle korkalım… Öyle korkalım ki krizle alt üst olan hayatlarımızı geri istemek aklımızdan bile geçmesin. Öyle korkalım ki elimizden alınan haklarımızı talep etmeyelim. Öyle korkalım…
Seçimlerde bir değişiklik umudu mu yarattık, korkmalıyız şimdi. Çoktan dışında bırakıldığımız Türkiye’nin yeniden parçası olabilmek için çabalamayı bırakmamız için gözdağı bu. 2023’ten önceki son seçimler geride kalırken artık bu yeni rejimin meşruiyetini sorgulamaya kalkan herkese ayağını denk al çağrısı bu. Cumhur ittifakının kendini Türkiye ilan etme cüretine sesimizi çıkartmamak için hepimize yönelmiş bir linç tehdidi. “Türkiye” yeniden tanımlandı, bu yeni Türkiye’den tek adam rejiminin meşruiyetini sorgulayan herkes, Barış Akademisyenleri, KHK ile ihraç edilmiş olanlar, HDP’liler, Kürtler, demokratlar, solcular dışlandı.
Kızgın demiri soğutma konusunda da sorumluluğu muhaliflere yıkan, muhalif kesimleri biat etmeye çağıran, bu davete icabet etmemenin bedelinin ne olacağını da linç girişimi aracılığıyla göstermeyi deneyen iktidar aslında çaresiz. Çaresizliği ikna ediciliğini giderek yitirmesinden. Seçimlerin bir değişimin, iktidar açısından bir çöküşün başlangıcı olduğu aşikar. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun bu aralar iktidar bloğunun yüzü haline gelmesi, zorun bir türlü ikna olmayan muhalifleri dize getirmek için elde kalan tek araç olarak düşünüldüğünü de gösteriyor.
Ama nereye kadar?
7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra 1 Kasım’a kadar kullanılan bu stratejinin bu sefer tutmamasını sağlamak gerek. Korkuya pabuç bırakmadan… Doğruyu söyleme cesaretini yitirmeden…