Türkiye kapitalizmi; hafıza, toplum ve AKP

Türkiye şimdiye kadar gördüğü en gerici ittifakla karşı karşıya. Muhalif oluşum ya da kişilerin hızla ilkeler bazında bir araya gelmesi ve pozisyon alması elzemdir. Daha ağır günler yaşanacak.

Abone ol

Mehmet Türkay*

Komünist Manifesto’nun kritik vurgularından olan “Burjuvazi kendi suretinde bir dünya yaratıyor”, kendi tarihselliğinde evrensel bir dinamiğe dair bir önermeydi. Ancak bu önermenin zaman ve mekâna işaret eden toplumsal tarihselliği süreci belirledi. Manifestonun kaleme alındığı dönemde burjuvazi, aristokrasiye karşı yürütülen mücadeleden sonuç almaya başlamış ve kendi tarihselliğinde bir dönüşüm süreci yaşamaya başlamıştır. Bu bilinen bir dönüşüm denklemine işaret eder: Sanayi Devrimi. Köylülükten işçi sınıfına, burjuvaziden sermaye sınıfına. Artık “yeni” tarihsellikte “sermaye” kendi suretinde bir dünya yaratmak için mücadele edecektir.

1950’LER: TİCARET SERMAYESİNDEN ÜRETİCİ SERMAYEYE

Yukarıdaki notun yazılma gerekçesi, Türkiye’de yaşanan kapitalist dönüşümün kendi tarihselliğinin farklılıklarına dikkat çekmektir. Dünya ölçeğinde yaşanan eşitsiz güç ilişkileri veri iken, Osmanlı’nın son döneminde başlayan geç kapitalistleşme süreci, iradi bir müdahale ile kapitalist bir toplumsallıkta örgütlenmiş, bir ulus devlet kurulmuş ve her yönüyle modernizmin inşasına başlanmıştır. Bu her haliyle “azınlıklar” açısından acılı ve kanlı bir süreçtir. Kapitalist bir organizasyon olarak ulus devletin asli mantığı geç kapitalistleşen bir toplumda kendi ulusal sermayesinin koşullarını yaratmaktır. Geç kapitalistleşmenin mantığı gereği bu koşullar sağlanmış, ellili yılların başında ticaret sermayesinin örgütü olarak Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) kurulmuş ve zaman içinde ticaret sermayesinin güçlü bir kesimi aracı olmaktan çıkıp doğrudan üretime yönelmeye başlamış, üretici sermaye devlet küvezinde 1950’li yılların sonuna kadar sınıf pozisyonu alacak hale gelmeye başlamıştır.

1960’LARDAN 1980’LERE

27 Mayıs Darbesi ile başlayan süreç, hem toplumsal ihtiyaçlara hem de sermayenin gereksinimlerine uygun bir ortam oluşturmuş ve ithal ikameci bir strateji bu süreci yönlendirmiştir. Bu süreç sermayenin kendi adına olgunlaşması anlamına gelmektedir, işçi sınıfı da esas olarak Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) üzerinden örgütlenmeye başlamış ve yaşanan sürece müdahil olmuştur. Diğer taraftan 1960’lı yılların sonuna doğru dünya ölçeğinde kapitalizmin yeni krizi hissedilmeye başlanmış; ancak Türkiye Kıbrıs müdahalesi sonrasında dünya sermayesi ile baş başa kalmıştır. Türkiye’nin kendi toplumsal çatışmalarının verdiği hız 1980 faşist darbesiyle kesilmiş ve Türkiye’nin dünya kapitalizmi ile olan ilişkisi yeniden kurgulanmıştır. Bunun karşılıklı iki dinamiği var elbette; biri iç pazarın sınırına gelmiş sermayenin, farklı pazarların olanaklarını da kullanmak istemesi ve bu anlamda sermayenin uluslararasılaşmasının sağlayacağı zeminden faydalanma talebi. Diğer dinamik ise kapitalizmin yeniden yapılanma zorunluluğu. Güçlü bir toplumsal muhalefetin var olduğu koşullarda hem iç hem de yabancı sermaye bu direnişi durdurmak üzere darbeyi örgütlediler. Bu durumun en bariz görünümü TÜSİAD’ın Bülent Ecevit hükümetine karşı verdiği tam sayfa gazete ilanlarıdır. Darbe sürecine böyle girilmiştir. Sermaye ve ordu denklemi burada kritik bir rol oynamıştır.

1980 SONRASI: SAĞ İSLAMCI BLOKUN KONSOLİDASYONU

Darbeden sonraki ilk seçimlerde Turgut Özal hükümeti, bütün liberal ikiyüzlülüklerde olduğu gibi bir kısım özgürlük vaatleriyle önemli bir desteği arkasına aldı. Elbette muhalifler için yine zor zamanlardı. Bu anlamda bugünün zeminini ve koşullarını hazırladı. Yaşasa Tayyip Erdoğan gibi bir figürle karşılaşmazdık sanırım. Bu süreç Anavatan Partisi’nin (ANAP) dağılmasını ve bu zeminden yeni siyasi aktörlerin çıkmasını beraberinde getirdi. Öne çıkan figür Tansu Çiller oldu ve bu süreç yaşanan en karanlık ve kanlı süreç olarak tarihe geçti. Siyasetin bilinen dengeleri bozuldu. Ancak sermaye açısından bu aşamada bozulan bir denge yoktu. Bozulan denge esas olarak sağ/İslamcı blokta yaşandı ve bu dağılmanın konsolidasyonu Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile mümkün oldu. ANAP gibi AKP de özgürlükçü söylemlerle siyasi iktidar sürecine başladı. “Devlet” karşıtlığı üzerinden destek veren sol liberallerin samimi olanları zaman içinde desteklerini çektiler, bir kısmı da iktidara dahil oldu.

Esas olarak AKP’nin böyle bir desteğe ihtiyacı yoktu çünkü dinci muhafazakâr bir toplumsal zemine sahipti. Nitekim Erdoğan bir söyleşide durumu “bir takım entel dantelleri topladık” diye süreci bir meşruiyet aracı olarak kullandıklarını ifade etti. Nihayetinde bu yaşananlarla Erdoğan ve AKP siyasi ve ekonomik bir güç oluşturdu. Dolayısıyla “İslamcı sermayenin” bütün alanlarda iddia sahibi olması için bir “huruç” başlattılar. Bilindiği gibi bu süreç yolsuzluk ve talan anlayışına dayanıyordu. Diğer taraftan bu gurubun iktidar tarafından doğrudan destekli olması ve hızla büyümesi, kadim sermaye, TÜSİAD açısından da zaman içinde sorun olarak algılanmaya başlandı.

15 TEMMUZ SONRASI: MUTLAK İKTİDAR

15 Temmuz darbe girişimi ve Erdoğan’nın bu süreci yönetme biçimi sonrasında mutlak bir iktidar tesis edildi. Bu süreçte devletin bütün kurumları, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) dahil, yeniden yapılandırıldı. Ve bu yapılanma esas olarak özelleştirme referansıyla gerçekleşti. 16 Nisan 2017 başkanlık referandumuyla mutlak iktidar kurumsal bir kimliğe kavuştu. İktidarın bu biçimde mutlaklaştırılması bir iktidar zehirlenmesini de beraberinde getirdi ve bunun topluma yansıması da yarı yarıya, biat ve reddetme biçiminde yaşandı, yaşanıyor. Biat edenler kendilerince sorunu çözmüşler. Diğer taraftan red edenlerin rahatsızlığı da açık. İktidarın taraf olduğu böyle bir toplumsallık şiddete çağrı çıkarmaktır.

Geldiğimiz aşamada Recep Tayyip Erdoğan devletin bütün olanaklarını kullanarak seçimi kazandı. Aslında bu bir zafer olarak algılanmamalı; çünkü devletin bütün olanakları seferber edildiği halde toplumun yarısından oy aldı. AKP’ye oy veren seçmen kitlesinin bir kısmı kimlik kitlenmesine uğramış kesimlerden oluşurken diğer kesim az ya da çok çıkar ilişkisi ile nitelenebilir. Ancak burada, AKP’ye destek veren düşük gelirli grupları anlamaya çalışırken “benim oyum dağdaki çobanla bir mi?” anlayışının ötesinde bir analize ihtiyaç var. Mesele kültürel olduğu kadar sınıfsal bir niteliğe sahip. Ancak bu kitlenin desteğinin AKP iktidarını beslediği de bir gerçek. Kimlik kitlenmesi ve çıkar ortaklığı söz konusu gerçekliğin yapı taşları elbette.

DAHA ZOR BİR DÖNEM BAŞLIYOR

Diğer taraftan seçim sürecinde Kemal Kılıçdaroğlu’na karşı yapılan pespayelikler bir karşılık buldu ve oya tahvil edildi. Muhalifler açısından daha zor bir dönem başlıyor. Ne kadar hazırlansak da hazır olamayız. Seçim aşamasında sol, sosyalist partilerin bir kısmı süreci destekledi. Sürece destek vermeyen sosyalist oluşumların toplumsal olarak neye tekabül ettiklerine dair kendilerini bir biçimde gözden geçirmeleri gerekir. Bunun genel siyasete değil sol siyasete katkısı olacaktır. Umarım normalleşir ama muhalif taraftaki bileşenlerin kendi içinde tartışmalar başlamış durumda. HDP, Yeşil Sol Parti üzerinden gereğini yerine getirdi ancak Selahattin Demirtaş’ın aktif siyasetten çekildiğini HDP yönetimini eleştirerek açıklaması süreci yeni bir boyuta taşıdı. Bu, kapalı kapılar ardındaki tartışmaların görünür hale gelmesi açısından önemli. Çünkü bu tartışmalar HDP’nin siyaseten hareket kabiliyetini kısıtladı ve seçimlerdeki beklenti ile gerçekleşen durumu daha net hale getirdi. 

İKTİDAR HER TÜRLÜ FIRSATI KULLANACAKTIR

Bugünün gerçekliğine gelirsek, muhalifleri zor zamanlar bekliyor. Genel olarak muhalif olan oluşum ya da kişilerin hızla ilkeler bazında bir araya gelmesi ve pozisyon alması elzemdir. Daha ağır günler yaşanacak, olabildiğince hazırlıklı olunmalı. Yaşanacak, çünkü Türkiye şimdiye kadar gördüğü en gerici ittifakla karşı karşıya ve bu fırsatı her türlü kullanacaklardır. Bugüne kadar bütün kurumları dönüştürmüş ve denetliyor olmanın sağladığı zeminde AKP iktidarı bir tarikatlar koalisyonu olarak gündelik hayata daha fazla müdahale edecektir. Güç kaybetmiş gibi görünse de hâlâ elinde kullanacağı devlet olanakları var. Ve bu olanaklar daha fazlasıyla tarikatların hizmetine sunulacaktır çünkü toplumla en iç içe olan yapılardır. Malum olduğu üzre güç ne tarafa akıtılırsa toplumun önemli bir kesimi oraya yüzünü döner.

Bu anlamda, girişteki vurguya atıfla AKP ve desteği olan sermaye kendi suretlerinde bir toplumu şimdilik yaratamadılar. Hâlâ toplumun yarısı karşılarında ama onlar iktidardalar. AKP’nin toplumu getirdiği nokta ciddi tehlikeler barındırıyor. CHP ve HDP seçim sonrası kendi iç sorunlarına yönelmiş durumda. Bu bir gereklilik ama uzarsa, dokuz ay sonraki yerel seçimleri ıskalamak anlamına da gelebilir. Türkiye’nin direnç noktaları muhalefetin kazanmış olduğu yerel seçimlerdeki kentlerdir. Buralara sahip çıkılması elzemdir. Aksi taktirde Türkiye bir çöplükte sürünür hale gelecektir. Haramiler suyun başını tutmasın.   

*Prof. Dr. (E.), Marmara Üniversitesi İİBF, İktisat Bölümü