Muhammed Emin el-Hüseyni, tam da Nazilerin dünyayı kasıp kavurduğu zamanda Kudüs müftüsü olan, İslamcı cenahta itibarı yüksek Filistinli lider. Hitler’in dizinin dibinde poz vermiş, Nazi kıtalarının önünden ‘Heil Hitler’ selamıyla geçerken görüntülenmiş bir ‘figür’…
25 gün kaldı… Talihsiz gündemimiz, bir ‘başkanlık rejimi’ oylaması karşısında halkımızın ne yapacağı sorusudur. O yüzden usanmadan hatırlatmakta yarar var belki: Bu anayasa değişikliği teklifi, Meclis’te, açık bir anayasa ihlaliyle, gizli oy kuralı ihlal edilerek geçmiş ve muhalefetin ‘konjonktürel’ bir kararıyla yüksek mahkemeye götürülmemiş, sorunlu bir tekliftir… Baştan, en baştan sorunlu ve ‘anayasa dışı’dır…
Ama her şeye rağmen, geriye sadece 25 gün kala, ‘Evet’ cephesinde bir belirsizlik ve huzursuzluk, ‘Hayır’ cephesinde bedenini ‘R’ haline getiren işçilerin, gençlerin fotoğraflarıyla süren bir hareketlilik devam etmektedir. ‘Hayır’ seçeneği, geriye kalan zaman da sınırlandıkça bir seçenek olmaktan çıkıp bir projeksiyon haline gelmektedir. Fakat bu da yeni sorular doğurur: Hayır çıkarsa, siyasi irade, tıpkı 7 Haziran’ı kabullenmediği gibi bu sonucu da kabullenmeyebilir mi?
Evet, artık bu noktadayız. Ocak ayında, Meclis’ten ‘pata küte’ geçirilen anayasa değişikliği teklifi halkoyuna giderken, sadece sonuç değil, ‘sonuçtan sonrası’ da önemli hale geliyor. Pazartesi günü, iktidarın gelmiş geçmiş bakanları ve belli başlı eski kurmaylarının katıldığı ‘AK Parti toplantısı’ önemli bir işaretti. Bu toplantıya, artık bir ‘Tayyip Erdoğan Partisi’ haline dönüşmüş iktidarın 15 yıllık serencamında görünmüş belli başlı isimler avdet etsin diye gerek görülmüştü. Bu toplantı, son 23 gün içinde yapılan ve açıkça ilan edilen üçüncü ‘avdet’ (geri dön) toplantısıydı… Ama kayda değer hiçbir geri dönüş alınamadan, dahası yeni ve daha güçlü soru işaretleri yaratacak şekilde sona ermiş bir toplantı oldu.
Eski cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve eski başbakan Ahmet Davutoğlu, daha önceki toplantılara icabet etmedikleri gibi bu son toplantıya da icabet etmediler. Hareketin ‘aksaçlı abisi’ Bülent Arınç, toplantı çıkışında ‘Evet’ yanlısı bir tutum almaktan açıkça çekinip, “konuşmak için” 17 Nisan gününü işaret etti. Bu isimlerin dışında, Hayati Yazıcı, Efkan Ala, Beşir Atalay gibi, AK Parti arkeolojisi açısından önemli isimlerin başkanlık sistemi karşısında ‘anlamlı’ suskunluğu sürmekte.
Hükümete yakın medya organlarının yöneticileri bu isimlere ve çevresindekilere “Neredesiniz” diye çemkirdiklerinde, açık ve cüretkar bir şekilde "15 Temmuz gecesi sen neredeydin" diye yanıt alıyor.
Yeni Şafak gazetesinin yayın yönetmeni İbrahim Karagül'ün bu meyandaki, “Neredesiniz? Neden suskunsunuz? Niye ortalarda yoksunuz?" yazısına, İslamcı camia için itibarlı bir isim olan eski Vahdet yazarı Kerime Yıldız, “15 Temmuz gecesi sen neredeydin? Bu soruyu sorma hakkın var mı?” diye yanıt verdi. Yıldız, 15 Temmuz gecesi “Ölecek kadar enayi değilim” diyen gazeteciler olduğunu “bilgi” ile söylemekte ve “Ölecek kadar enâyi değil ama uçağa binecek kadar uyanık" diye adres göstermektedir. Abdülkadir Selvi gibi ‘mihenk’ bir ismin kız kardeşi ‘Hayır’ kampanyasına katılmaktadır.
Bu, Avrupalıları ‘Nazilikle’ suçlama ve kamplaşmayı buradan kurma gayreti biraz da bu yüzden sanki…
Avrupa’nın ve Avrupalıların günahları kabarık. O ayrı.
Ama madem mesele iç siyasetin girdaplarından kurtulmak için ‘etrafı’ Nazilik ile suçlamaya vardı, bugünkü iktidarın siyasal-tarihsel-kültürel aidiyet hissettiği kişi ve kurumların ‘Naziler konusundaki geçmişi’ önemli değil midir?
Bu konuda bir isim çıkıyor karşımıza: Muhammed Emin el-Hüseyni… Tam da Nazilerin dünyayı kasıp kavurduğu zamanda Kudüs müftüsü olan, İslamcı cenahta itibarı yüksek Filistinli lider... Hitler’in dizinin dibinde poz vermiş, Nazi kıtalarının önünden ‘Heil Hitler’ selamıyla geçerken görüntülenmiş bir ‘figür’…
Hüseyni, Osmanlı yurttaşı ve II. Abdülhamit hayranı bir dindardı. Çanakkale Savaşı’nda Osmanlı ordusu saflarında savaştı. Filistin’de Yahudi yerleşimine karşı mücadele ettiği için İngilizler tarafından tutuklandı, ama ‘her nasılsa’ kendisinden özür dilenerek Kudüs Müftülüğü’ne getirildi.
Hüseyni’nin en dikkat çekici yanı Nazilerle yakınlığıydı. 1941'de Berlin'de Adolf Hitler ile ‘baş başa’ görüşmesinin fotoğrafları, Balkanlar ve Sovyet coğrafyasında saldırıya uğrayacak olan Müslümanları ‘yola getirmek’ için Nazi propaganda aygıtının kullandığı bir afişe dönüştü.
Nazi liderlerinden Himmler'e Balkan Müslümanlarından bir SS birliği kurma sözü verdi. Müslümanlardan mürekkep “13. SS Waffen Dağ Tümeni” ya da savaştaki psikolojik adıyla “Hançer” tümeni böylelikle kuruldu. O kadar açık bir işbirlikçiydi ki III. Reich’ın kesin yenilgisinden sonra kaçtığı İsviçre’de tutuklandı. Savaş suçlusu olarak yargılanmasına, şimdilerde bizimkilerce ‘üst akıl’ın merkez üssü kabul edilen İngiltere’nin pragmatizmi engel oldu.
Filistin özgürlük hareketinin Marksist ve seküler unsurları dışında, İslamcı bağlara sahip hiçbir hareket, Hüseyni’nin karanlık geçmişiyle yüzleşmeyşe yanaşmadı. İslamcı hareketlerin genelinde, duygusal ve doktriner bir yaklaşım olarak anti-semitizm etkisini sürdüregelmekteydi çünkü...
Oysa ‘İslamcılar’ değil ama Müslüman direnişçiler, 40’lı yıllarda, başta Stalingrad olmak üzere, tüm bir Sovyet coğrafyasında, Arnavutluk’ta, Bosna’da, Afrika’dan örgütlenmiş birlikleriyle Normandiya’dan Monte Cassino’ya kadar bütün bir antifaşist hatta savaşıyordu.
İslamcı tereke, bu anlamlı direnişi benimseyip, pragmatist Nazi işbirlikçilerini mahkum etmek yerine, İsrail’le yaşanan gerilimin kolaycılığına sığınıp, o karanlık tarihi halı altına süpürdü.
Bugün ‘güncel oy kaygılarıyla’ sağa sola ‘Nazi’ suçlaması yöneltilirken, belki de o arkaik ilkeyi hatırlamak gerekiyor: İlk taşı en günahsız olanınız atsın!