Cehaletin bu kadarı tahsil ile mümkün sözünü hayata geçiren zorunlu din dersi ve müfredatı arkadan dolanarak verilen çarpık din eğitimi tarzı 12 Eylül darbesinden bu yana dindarlığın riyakarlıkla ters düştüğünü görmeyen nesiller yetişmesinde etkiliydi. Fakat bizim topluma da tümden yabancı değildi bu davranış biçimi. Tekke ve zaviyelerin kapatılıp, tarikatların yer altına çekilişi de etkiliydi. Yavuz’dan 2. Mahmut’a Aleviler ve Bektaşilere yönelik saldırılar hep bir gizlenerek hayatta kalma, inancını saklı gizli yaşam deneyimi edindirdi topluma. Asıl büyük etkense bin küsur yıldır, Gazali’den itibaren, devlete, topluma, bireye kısacası hayata dair değişen her şeye yeni yorum getirme yolları kapatıldığı için din anlayışı ve yaşamı, asırlar önceki içtihat ve fetvalara uydurulmaya çalışıldığından usul-i fıkıh denilen hukuk ilmi, kelimelere ve kavramlara takla attırma sanatına dönüşmüştü. Ahlakın insana vermeye çalıştığı değerlerden birisi olarak, 'olduğu gibi görünmek' veya 'göründüğü gibi olmak' erdemi buharlaştırıldı. Artık ahlak kavramı, ihtiyacını görmek için girdiği kabın şeklini almak ve gizlice o kaptaki içeriğin kimyasını değiştirmeye izin verecek kadar esnekti. Kamu yönetiminden özel hayata, iş yaşamından sanat çevrelerine aklınıza gelebilecek her alana sinen o riyakarlığın geçer akçe oluşunda zorunlu din eğitiminin de Gazali’nin görüşlerini adeta öğreti sayıp tek geçerli din yorumu gibi resmi devlet dini haline getiren hanedanlar silsilesi kadar payı olduğu, geçmiş tek tipçi din yorumunu, modern çağdaki devlet ideolojisinin tek tip yurttaş modülüne monte ettiği söylenebilir. Agresif laik sistem ile Hanefi Sünni Türk olanından Müslüman ama zinhar dindar olmayan yurttaş modeli kurgulandı, ama tutmadı tabii ki ve çatışma eksik olmadı siyasal, sosyal yaşamdan.
Bazıları da kazanma hırsını ahlaki değer gibi sunan neoliberalizm ile birleşince özellikle mütedeyyin kesim üzerinde etkili olan bu tahsilli cehaletin yarattığı emek düşmanlığına dikkat çeker ki çok yerinde elbette. İnsanı, emeği, gelir dengesini, hak kavramını değersizleştiren zehirli bileşim çıktı karşımıza. Eyvallah bunların hepsi doğru ve bu kısacık değerlendirmeden çok daha fazlası olduğu da bilinen, söylenen gerçekler. Sorunlarımızı bu iki unsurlu zehirli bileşimin eseri olarak gören yaygın anlayışın defosu ise hukuku, insan haklarını ve demokrasiyi salt kendi ideolojileriyle sınırlı kavraması. Ve normatif demokrasiyi tek gerçek değer kabul etmeleriydi. İnsana rağmen insan için dayatılan kuralların insanın ve toplumun iyiliği için yeter şart sayılması arkaik bir tutum ve anlayış olsa da günümüzde hala devam ettiği görülüyor. Özellikle yirminci yüz yılın ilk yarısı ile takvimlenebilecek demokratik ölçütler sonrasında hayli genişlemiş ve güncellenmiş olsa da özellikle sol-sosyalist grupların demokratlığı o arkaik denebilecek evredeki tek tip yurttaş modelini, ama dindarlık için geçerli sayarak, darbeci zihniyete takılı kalmış gibi görünür. Özellikle laik, demokratik hukuk devleti niteliğinin, laiklik açısından agresif, din karşıtı sayılabilecek şekilde uygulanması yoluyla hukukun katledilişi sorun olarak görülmedi bu kesimde. Normatif demokrasi adına demokrasinin toplumsal talepler kısmı, olumsuz anlam yüklemeden genel olarak popülist yanı yok sayılarak, yasal mevzuatın hak ihlallerini görmezden gelme eğilimi, hukuk devleti niteliğine aykırı sayılmadı. İdeolojik veya daha basitçe hayat tarzı, dünya görüşü ölçeğinde bazı darbelerle kol kola girilirken topluma, insana yapılan eziyet ve hak ihlali göz yumulacak, askeriyenin eğitim zayiatı anlayışına uygun, uzun erimli ve üstün amaç uğruna normalleştirilebilecek şeylerdi örneğin. Böylesi yaklaşımın faşizme giden yol olduğu bile sol aydınlar tarafından mubah görüldü, desteklenen darbe dönemlerinde. Darbeler ve hak ihlalleri de parasız yapılacak işler olmadığından ve tabii ki ülkenin dönmesi gereken ekonomik hayatı açısından sermaye sınıfıyla iş birliği de mubahtı ama işte kendilerini rahatlatmak için paraya renk tahsis ederek meşrulaştırdılar işbirliğini.
Siyaseti, toplumu, ekonomiyi zehirleyen o bileşimin üçüncü unsurunun hukuk olduğuna dikkat çekenler, öneminin diğer iki unsurdan az olmadığını görenler de oldu. Sayıları azdı, siyasetin renkli simaları olarak değerlendirilip büyük bir politik güç olarak görülmeyen liberaller ve bazı sol demokratlar ise kimi dindar demokratlarla birlikte Türkiye için sentez arayan bir kesim olarak çıktı siyaset sahnesine. Yetmez ama evet, o günlerde kısaca statüko deyip geçtiğimiz katı devlet ideolojisiyle bağdaşabilen bir sol düşünce ve sermayenin koalisyonu arasında kotarılan darbeler dönemi boyunca savunulan arkaik demokrasiye karşı çoğulcu, katılımcı demokrasiyi vurgulayan siyasi yaklaşımın adıydı. Daha çok da katı laiklik ile dindarlık arasında yaşanıyormuş gibi görünen siyasi gerilimi aşıp Kürtler, Aleviler ve azınlıklar dahil her kesimin kendisini ait hissedeceği ortak yaşamın imkanlarını kurma yolu diyebilirim yetmez ama evet için. Sayı olarak az ama etki gücü yüksekti çünkü geniş tabanlı bir toplumsal talebe tekabül ediyordu. .
Hukuk ne alemde, bu bileşim içinde yeri yok mu ve yasal mevzuat ile gerçekleştirilen hak ihlalleri neden zamana ve zemine göre değişen algılarla hukuk sorunu sayılır? Bu sorulara cevap arayıp üretenlerin, çözüm önerenlerin arayışı, eskiden statüko ile işbirliği yapanlarca hala büyük bir kusur olarak görülüyor. Resmen yetmez ama evet kini güdülüyor. Sebebi 2010 referandumunda iktidarın desteklenmesi. Bu iktidarın otoriterleşeceğini kendilerinin gördüğü, yetmez ama evet diyenlerin görmemekle suçlu olduğu fikri gerçekten doğru mu? Kendilerini büyük bir özgüvenle öngörülü olarak takdim edenler, katı devlet ideolojisiyle kol kola yürüdükleri için iflah etmez dindarlık ve toplumsal talep düşmanlığıyla örülmüş sabit fikirli hallerini bugün bile göremiyorlarsa bunun neresi öngörü sayılıyor?
Öngörü değil o önyargıydı ve hala öyle olduğu anlaşılıyor. O günlerde Türkiye’nin sentezine ulaşmasını önleyen kategorik muhalefetin sebeb olduklarını da bir düşünmek lazım. O gün yetmez ama evet diyenlere kolaylıkla özeleştiri ver diyenler, sol sosyalist kesimin postallı ve kendine demokratları, iktidarın otoriterleşmesinde kendi statüko savunuculuklarının payını hesap etmeli, hesap sormadan önce. Bugün bile hala dindar-seküler kutuplaşmasının 28 Şubat sürecinde inşa edildiğini görmezden geliyorlar. Evet iktidarın o zaman kurulan kutuplaştırma siyasetinden beslendiği doğru ve bugün de o kutuplaştırma yolunu daha da sertleştirerek sürdürmeyi kendi siyasi ikbali için tek yol olarak görüyor. Ama iktidarın bugünkü politikası, geçmişte o kutuplaştırma darbe sürecinde kurulurken demokrat geçinen sol sosyalist grupların hiç itiraz etmediği, kendi ideolojileriyle örtüşmüş kabul ettikleri gerçeğini değiştirmiyor. AKP’nin ve Erdoğan’ın gizli ajandası vardı şeklindeki kolaycılık yerine gerçekten bir gizli ajanda varsa bile dindar seküler kutuplaşmasını yıkarak gerçekten çağa uygun demokratik niteliklere ulaşmakla önlenebilir umuduna sarılanlar arasındaki mesafe fazla değil aslında. Fakat yıllardır bitmeyen hamlelerle iktidardan çok birbiriyle çatışma halinde.
2010’ların demokratik sentez umudu bir kör dövüşüyle heba oldu. Bu kör dövüşünü fırsata çeviren AKP ve Erdoğan ister önceden belli bir ajanda olsun ister bu sefer olumsuz manasıyla popülist fırsatçılığını kutuplaştırmayı temel politika haline getirme becerisinin sağladığı kolaylıkla sırf mümkün gördüğü için olsun sosyal mühendislik projesi yürütüyor. Ve yetmez ama evetçiler, hayırcılar ve boykotçular ve hatta evetçilerin de bir kısmı dahil olmak üzere bu eğilimlerin hepsi bu gidişi durdurmak konusunda hem fikir. Ülkeyi uçurumun kıyısından geri döndürmek, belki bir kere daha ortak politik tutumla kimlik siyasetinin ötesine geçmeyi mümkün kılacak bir toplumsal senteze ulaşma imkanına sahibiz bugün. Ancak Sezen Aksu örneği, bu gün de bu fırsatı kaçırma ihtimalimizin olduğunu düşündürüyor. Muhalefet partilerinin nafaka konusunda iktidardan fazla uzak olmayan görüşleri de öyle. Medeni Kanun ve özgürlükçü laiklik paydasında ortaklaşmak bile zor görünüyor bazen. Umarım yanılıyorumdur.