Kimse yalandan bağışık değildir, aslına bakarsak her şeyin büyük, korkunç bir yalan olduğu veciz bir biçimde karara bağlanmış durumda: Yalan dünya! Doğrunun, hakikatin sürekli olarak öğütlenmesi, yalanın mağlup edilemezliğinin başlıca göstergesi değil midir? En yakınlarımıza, canımızdan çok sevdiklerimize karşı da olsa samimiyeti, sahihliği sürekli olarak derinleştirmek zorunda değil miyiz? Başkalarının gıpta etmediğimiz, hor gördüğümüz yanlış yaşamları şöyle dursun, kendi çok doğru, kemale ermiş, yalanı sızdırmadığımız yaşamlarımızdan ne yapsak da emin olamıyoruz. Dünyanın tekinsizliği bakış açılarımızın, tercihlerimizin yanlışlığından değil, mayamızda yalan oluşundan. Öyleyse inançlarımızdan, etik ve estetik değerlerimizden, ideolojilerimizden, seçimlerimizden, konumlanışlarımızdan nasıl bu kadar emin olabiliyoruz, başkalarını nasıl hor görebiliyoruz, doğru hakkındaki hükmümüz nasıl bu kadar keskin olabiliyor? Bu soruları radikal bir görececiliği ya da nihilizmin haklılığını ileri sürmek üzere sormuyorum. Aksine daha doğru, daha tercih edilebilir değerlerin, ideolojilerin, konumlanmaların, seçimlerin bunların sahipleri arasındaki amansız kavgalarla durmaksızın birbirlerinin önüne geçirildiği ve bağlamı iyi tarif edildikten sonra (tüm taraflarca aynı şekilde bilindikten sonra) üzerinde uzlaşılabilir tek doğru olduğu ortada. Doğrular içinde en doğru olanı, tüm muhatapları kuşatmalı, varoluşlarına olabildiğince halel getirmemelidir. Örneğin toplumsal cinsiyet sorununun tüm cinsiyetleri kuşatmayan bir çözümü doğru değildir. Bunun gibi, ulusal sorunun tüm etnik kimlikleri, tüm dinleri kuşatmayan bir çözümü doğru değildir.
Kendisi bir soruna dönüşmüş üniversite kurumu için de benzeri düşünülebilir: Üniversite içinde yalandan pay alan tüm doğru pozisyonları kuşatmayan bir çözüm, hastalıklı üniversite kurumunu iyileştiremez, çünkü doğru değildir. Bu bakımdan ilk düstur üniversite bileşenlerinin her çeşidinin seçimlerinin, konumlanışlarının yalandan pay aldığını kabul etmektir. Özetle dışarısı yoktur, yanlışla, yalanla, ahlaksızlıkla, kötülükle itham ettiğimiz insanlardan daha doğru seçimler ve değerlere sahip olmamızın ilk koşulu, çoğu kez canlarımıza kast ettiklerini düşündüğümüz, düşman bellediğimiz bu insanların büyük insanlığa nasıl dâhil olabileceklerini öncelikli olarak dert edinmektir. Bu çerçevede genel olarak ikiyüzlülük ve yozluğun vasfettiği Türkiye üniversitesinin yalandan pay alan bileşenlerinin hikâyelerinden öğrenecek çok dersler olmalı. Tespitleri keskin kılmak için dedikodu gibi istisnai bir yöntemsel araca başvuracağım: Dedikodu yaparkenki samimiyete, açıklığa başka zamanlar nadiren ulaşabiliriz; pek tabii ironik bir biçimde herkesin arkasından konuşmuş olacağım.
Şimdi, Yüksek Öğretim Kurumları Sınavı’nı başarmış, bir lise mezunu olarak üniversite denen kurumun kapısından girdiğinizi kabul edelim, başta size, sonra üniversitede görebileceklerinize ilişkin gözlemlerimi paylaşacağım. Öğrencilik de dâhil yirmi senedir üniversite kurumuna ilişkin duyduklarım ve gördüklerimden fazlası değil yazacaklarım.
Bir kere bu yazı kapsamında ele alınamayacak bir ilk- ve ortaöğretim sorunu var. Türkiye’de eğitimde başarı sağlanması olanaklı değildir. Sorun model sorunu değil, siyasal-toplumsal kuruluş kodları Türkiye’nin genel olarak eğitimli bir toplum olması ihtimalini dışlamaktadır. Yıllar evvel ulusal bir gazeteden İstanbul’un Sultangazi ilçesinde ortaokul son sınıfa kadar gelmiş, ama okuryazar olmayan çok sayıda öğrenci olduğunu öğrenince yine de şaşırmıştım. Oysa ilgili, öğrenmek isteyen bir öğrenci olmama rağmen pek de bir şey bilmediğimi, yarım yamalak bir formasyonum olduğunu ancak üniversite eğitimimden sonra görmüştüm ben de. Kimse kusura bakmasın ama bugünlerde durumun daha vahim olduğunu düşünüyorum. İhraç edildiğim Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde son yıllarda en çok, öğrencinin Türkçe okuyup yazamadığından şikâyet ediliyordu. Geçen hafta da hiç matematik sorusu çözmeden matematik öğretmenliği bölümü kazanan öğrenciler olduğunu öğrendim. Yani üniversite kapısından giren öğrencinin ekserisi, diğer her şey bir yana, eğitim dilinde okuryazar değil, okuduğunu anlamaz, derdini yazıyla anlatamaz durumda. Diğer yandan kursa göndermek, eğitimine para dökmek, başkasının çocuğuyla yarıştırmak dışında çocuğuna son derece ilgisiz anne-babalar eliyle sosyopatlaştırılan, alabildiğine bencil kılınan, tüketim alışkanlıklarından, giyim kuşamlarına ve teknolojiyle ilişkilerine dek kültürel formasyonlarını pornografinin domine ettiği saf gönüllü gençler üniversite öğrencileri. Hal böyle olunca, anne-babalarının ağızlarına lokma tıktığı bu talihsizler geldikleri gün, büyük bir zahmetle kazandıkları üniversiteden mezun olmak istiyorlar, esasen üniversiteden öğrenebilecekleri hiçbir şey yokmuş gibi davranıyorlar. Kendisini azıcık yoracak her şeye karşı isyankâr; görmesem inanmazdım ama gayet sorulabilecek bir soru için hocasına ‘sordun da ne oldu’ serzenişinde bulunan öğrenci gördüm. İster vakıf üniversitesi adıyla faaliyet gösteren özel üniversitelerde ister azimle onlara dönüştürülmeye çalışılan devlet üniversitelerinde olsun, öğrenci tüm toplumsal yaşamda gördüğü muameleyi görmek istiyor üniversiteden, hocasından; müşteri gibi memnun edilmek istiyor. Öte taraftan asıl itiraz etmesi gerekeni gözden kaçırıyor. Üniversitelerin anaakım müfredatları, ‘bu kurumlar hiç olmasalar daha iyi olacak’ dedirtecek cinsten ve yığma bilgi olarak görülebilecek ve ezberlenmesi dışında bir ihtimal bulunmayan bu içeriğin öğrenciyi heyecanlandırmaması son derece olağan. Sonuçta üç saatlik derslerin, hele de söz konusu olan ikinci öğretim akşam dersleri ise 1-1,5 saatte sonlandırıldığı, on sayfalık ders notunun, sunum çıktısının ders geçmek için yeterli olduğu, yine de kopyanın kural halini aldığı akıl dışı bir eğitim yordamıdır ortaya çıkan.
Ders kaydını yaptıran öğrenci, akademik takvimde aksi yazsa da, hemen ilk dönemde, ilk hafta ders yapılmayacağını öğrenir; artık hangisidir bilinmez ama hoca öğrenci gelmeyeceği için, öğrenci ise hoca ders yapmayacağı için ilk hafta derse gelmez. Türkiye’de dersler dinamik değildir, sonunda ne hoca ne de öğrenci dönüşür, bu nedenle her şey sürekli olarak tekrar eder. Yoklama alınmayan derslere, eğer hoca aynı zamanda dershanelerde çalışmıyorsa kimse uğramaz. Bizim Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin en kalabalık olduğu zaman İnek Bayramı’dır, sık sık ‘demek fakültenin bu kadar öğrencisi var’ demişliğim vardır. Nasip olur da derse girebilirse, temelde iki tür hocayla karşılaşır öğrenci. Her şeye rağmen bildiği, gördüğü kadarıyla akademisyenlik mesleğini sürdürmeye çalışanlar ve akademisyenliği gerekli rütbeleri almak suretiyle dünyalığını yapmanın bir aracı kılmaya çalışanlar. Hoca, başta sahnede ve sürecin merkezinde olması nedeniyle öğrenciyle sağlıklı bir ilişki kuramaz. Para pul peşinde koşmak ya da idealistçe davranmak, her iki durum da ders yürütmeye manidir. Türkiye’de akademisyen geçinemez, onun için hızla profesörlük rütbesi kazanmaya çalışır. Rütbeler ardı ardına alınmak zorunda olunduğundan hiçbir iş yetiştirilemez, her iş hep son dakikada yapılır. Örneğin akademisyenin kitap yazacak zamanı yoktur, kimsenin okumadığı makaleler yazar. Teşvik almak için atıf endeksleri tarafından taranan çoğu uyduruk dergilerde, aslında bilmediği dillerde yayın yapmak zorundadır. Bu yayınların çoğu yayın çetesi tabir edilen şebekeler tarafından yapılır; örneğin dört yazarlı, bir kısmı ekonometrik model, 5-6 sayfa bir makale görmüştüm. Aynı 3-4 kişi sürekli ortak yayınlar yapar, birbirlerinin yayınlarına atıfta bulunurlar. Son yıllarda tümüyle geçinememekle açıklanamayacak bir sektör peydahlanmış durumda: Parasıyla ödev, yüksek lisans tezi, uzmanlık tezi, hatta doktora tezi yazılması. Tez hocalığı kurumunun fiilen çalışmaması bu durumun başlıca sebebi olarak gösterilebilir ama aslında akademisyenler bile birbirlerinin yazdıklarını nadiren okurlar. Her düzeyde intihalin ne kadar yaygın olduğu, çeşitli raporlarla ortaya koyulmakta. Üniversiteler intihale karşı öğrenci ödevlerini bile elektronik olarak sahihlik testinden geçirir oldular.
Son siyasal gelişmeler, üniversite hocasını hem tabi olunan personel rejimi bakımından hem de siyasal bakımdan son derece güvencesiz kılmıştır. Hem idari üstlerinin hem de muhbir meslektaş ve öğrencinin baskısıyla karşı karşıya olan akademisyenin temel refleksi geçimini sağlayan işini elinden kaçırmamak olmuştur. Asıl akademik yetkinlik ve yeterlik aşaması olan doktora, bir an önce atlanması gereken bir eşik olarak görülmektedir. Binlerce doktora tezinin yazıldığı Türkiye’de bilimsel telif eser sayısının son derece az olması doktora tezlerinin niteliği hakkında yeterince fikir vermektedir sanıyorum.
Hoca milletinin bir hayli utanılacak işi vardır, ne yazık ki sayıp dökmek mümkün değildir ve çoğu, üniversite kurumunun sağladığı imtiyazların istismar edilmesi eseri ortaya çıkar. Örneğin fikir kavgasından çok post kavgası yaparlar: Kim hangi dersi verecek, kim anabilim dalı başkanı, bölüm başkanı, dekan, müdür, koordinatör, daire başkanı, rektör, nasip olursa milletvekili olacak? Kavgalar, çekişmelerle yıllar geçer, ne değişen dünyaya, öğrenciye adapte olmak ne müfredat değiştirmek, aynı dersler yıllarca verilir, rütbe alma işi bittikten sonra yazma işine de son verilir, artık konferans, panel gibi konuşma işi başlar; ev alınır, araba yenilenir, yazlık alınır, yurtdışına gezmeye gidilir, bir iki hobi edinilir, okula, bölüme nadiren gelinmeye başlanır, emekli olunur ama bir lisansüstü ders verilmeye devam edilir. Kansere yakalanmış gibi. Oysa akademisyenlik rütbe, para, statü için yapılacak iş değildir.
Türkiye’de üniversite her düzeyde polisiye tedbirlerle ve gittikçe şirket gibi işletilen bir kurum halini almıştır. Öğrencinin seçilmesinden, taklit edilmiş, donuk müfredata, akademisyeni yavaş yavaş öldüren üniversiter işleyişe kadar her şey zora dayalı. Bu zorbalık gerek öğrenciden gerekse akademisyenden taşıyamayacakları kadar ağır yüklerin altına girmelerini istiyor. Yatağı nedeniyle sürekli bulanık akan bu suyun yatağını değiştirmekten başka çare yok ve bunun için öncelikle kendimize sonra diğerlerine merhametle muamele etmeyi düstur edinebiliriz.