Türkiye-Yunanistan sınırı son üç yıldır daha önce örneği az görülmüş bir mülteci/göçmen çekişmesinin alanına dönmüş durumda. Yunanistan, Türkiye’yi mültecileri kendi sınırına doğru ileri itmekle, Türkiye ise Yunanistan’ı mültecileri geri itmekle (push back) suçluyor. Bu iki fiilin de mültecilerin hayatını tehlikeye düşürecek, bazen ölümlerine neden olacak düzeyde ciddi hak ihlalleriyle birlikte yapıldığı sivil toplum kuruluşlarının raporlarına ve medyaya yansıyor.
Tartışma ve çekişmeyi alevlendiren gelişmelerden biri 2020’nin Şubat ayında yaşandı. Türkiye 28 Şubat 2020’de aldığı kararla Avrupa’ya gitmek isteyen mültecileri engellemeyeceğini duyurunca binlerce mülteci Edirne’ye yöneldi. Başta İstanbul olmak üzere birçok ilden otobüsler kaldırıldı, birçok geri gönderme merkezi bir anda boşaltıldı ve Avrupa’da bir mülteci kabulü kampanyası varmışçasına bir telaşla tuhaf bir faaliyet yürütüldü. Böylece Türkiye’nin her yerinden mültecilerde Avrupa’nın kapılarının açıldığı gibi bir algı oluşturuldu ve binlerce kişi başta Edirne olmak üzere Yunanistan’a gidebileceklerini düşündükleri yerlere gitti. Hatırlanacağı üzere bu kampanya öyle bir hal aldı ki göçmen kaçakçıları televizyonların canlı yayınlarında yabancıları sınırın diğer tarafına nasıl götürdüklerini anlattı, “aslında devlet için çalışıyoruz” diyenler dahi oldu.
Mülteci hukukunda push back (geri itme) olarak tabir edilen, kişilerin uluslararası koruma mekanizmalarına erişimini sağlamadan ve diğer hukuki prosedürler de (idari olarak verilmiş sınır dışı kararı veya idari gözetim gibi) izlenmeden gerçekleştirilen fiiller Yunanistan açısından bu krizden sonra görünür olmaya başladı ve haliyle uluslararası bir meseleye dönüştü.
YUNANİSTAN’IN TÜRKİYE KARARI
Ancak Yunanistan’ın da her ne kadar geri itme vakalarını reddetse de bu fiillerini dayandırdığı bir hukuki çerçeve vardı. Buna göre Türkiye; Suriye, Afganistan, Pakistan, Bangladeş ve Somali’den gelen sığınmacılar için “güvenli üçüncü ülke” olarak görülmeliydi ve Türkiye’de gerekli korumaya erişebildikleri için sığınmacıların ayrıca Yunanistan’ın korumasından yararlanmasına gerek yoktu. Bu iddiayı, Türkiye’nin mevcut mevzuatının yanı sıra dayandırdığı hususların başında da Türkiye ile Avrupa Birliği arasında 18 Mart 2016’da imzalanan mutabakat geliyordu. Bu mutabakat doğrudan ifade etmese de Türkiye’nin mülteciler açısından güvenli bir ülke olduğu kabulünü içeriyordu. Yunanistan bu anlaşmadan kısa süre sonra, 3 Nisan 2016’da, mevzuatında değişiklik yaparak sınır bölgelerinde mültecilerle ilgili hızlı ilerleyecek bir inceleme/değerlendirme prosedürü belirledi. Bu yasal değişikliği ülkenin Anayasa Mahkemesi’nin de aralarında olduğu mahkemelerinin Türkiye’yi güvenli üçüncü ülke olarak kabul ettiği kararları izledi.
Güvenli üçüncü ülke kavramı, mülteci hukukunda kişilerin iltica başvurularının reddedilme sebeplerinden veya kabul edilemezlik kriterlerinden birini oluşturuyor. Mülteci hukukunun kaynağında kişinin ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti ve siyasi düşünceleri nedeniyle ülkesinde zulüm görme riskine karşı başka bir ülkede korunması fikri yatıyor. Yunanistan’a göre de yukarıda sayılan 5 ülkeden gelen mülteciler Türkiye’de kökenleri veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm görme riski altında değil. Ancak Yunanistan’ın uygulamada kendi çizdiği çerçevenin de dışına çıkarak Türkiye’den kim gelirse gelsin geri gönderdiği, hatta sığınma başvurusu yapabilecek Türkiye vatandaşlarını da bu gruba kattığı görülüyor.
Normalde ülke topraklarına ulaşmış kişilerin kaydını alması, geliş nedenlerini öğrenip buna göre geri gönderilmelerinin gerekip gerekmediğini değerlendirmesi şeklinde bir süreç yürütmesi gerekirken Yunanistan’ın, bu süreci işletmesi halinde kişileri bir daha geri gönderemeyeceği kaygısıyla, ayrım yapmadan, yakaladığı gibi geri göndermesi gibi hukuki olmayan bir pratik geliştirdiği anlaşılıyor.
TÜRKİYE GÜVENLİ ÜÇÜNCÜ ÜLKE Mİ?
Yunanistan’ın bu politikasını eleştiren yerel ve uluslararası hak örgütleri ise Türkiye’nin mülteciler için aslında güvenli bir ülke olmadığını, burada kendilerine yeterli korumanın sağlanmadığını öne sürüyor. Bunun gerekçesi olarak da artan mülteci karşıtlığı, Türkiye’nin mültecileri zorla ülkelerine göndermesi veya Yunanistan’ın yaptığı gibi sınır bölgelerinde geri itmesi, ülke içinde de uluslararası koruma mekanizmalarına erişimi engellemesi gibi hususları sıralıyorlar.
Aslında bu unsurların tamamı paradoks oluşturacak şekilde şu anda Yunanistan açısından da geçerli. Burada da mülteci karşıtlığı yükselişte, zorla geri gönderme vakaları çok fazla ve elbette uluslararası koruma mekanizmalarına (sığınma başvurusu) erişim çok sınırlı. Yunanistan’ın son dönem mülteci politikasını inceleyen çalışmalar, binlerce sığınmacının iltica başvurusunu sınır dışı edilme korkusu nedeniyle devlet kurumlarına yapmaktan çekindiğini anlatıyor. Benzer bir durumun Türkiye’de de yaşandığı, özellikle son bir yıldır binlerce Afgan’ın uluslararası korumaya başvurmaktan bu nedenle imtina ettiği ve bu nedenle kaçak yaşadığı biliniyor.
Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne coğrafi çekinceyle de olsa taraf olması, iç mevzuatında özellikle Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nu önemli ölçüde sözleşme doğrultusunda hazırlamış olması ve kurumsal teşkilatlanmasını bu çerçevede kurmaya çalışmasıyla Türkiye ilk bakışta güvenli üçüncü ülke tarifine uyuyor. Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nda da güvenli üçüncü ülke açısından; kişilerin hayatı veya özgürlüğünün ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle tehdit altında olmaması, geri göndermeme ilkesinin uygulanıyor olması, kişilerin Cenevre Sözleşmesi’ne uygun olarak koruma elde etme imkânının bulunması ve ciddi zarar görme risklerinin olmaması gibi kriterler aranıyor. Türkiye yine kâğıt üzerinde bu kriterleri karşılıyor görünüyor. Yunanistan’ın da dayandığı noktalar bunlar.
HUKUKİ SORUMLULUKLARI BAŞKASINA TERK ETMEK
Türkiye’nin mülteciler açısından güvenli üçüncü ülke olup olmadığı, kanunda aranan kriterleri taşıyıp taşımadığı başlı başına bir konu ve uzunca tartışılmayı hak ediyor. Elbette bu tartışma da Türkiye’nin mülteci politikası ve uygulamalarının idarenin belirlediği sınırlar ve doğruluğunu denetlemenin mümkün olmadığı verileriyle sınırlı olarak yürütülebilecek. Aynı durum önemli ölçüde Yunanistan açısından da geçerli. Ancak özellikle son-iki üç yıldır bu yönde yürütülen tartışmaların çoğunun daha çok Yunanistan’a hukuku ve hukuki yükümlülüklerini hatırlatan nitelikte olduğu dikkat çekiyor. Türkiye’nin neden güvenli üçüncü ülke olmak için çaba göstermediği değil, Yunanistan’ın neden güvenli üçüncü ülke olmayan Türkiye’ye doğru geri itme uygulamaları yürüttüğü tartışması yapılıyor.
Oysa uluslararası hukuka uyma yük ve sorumluluğunu sadece Yunanistan’a bırakmak anlamına gelen bu yaklaşım Türkiye’yi birtakım uluslararası hukuki kriterleri karşılama beklentisinden de uzaklaştırıyor ve ülkedeki milyonlarca mülteci açısından esasında olumsuz sonuçlar doğurma riski barındırıyor. Zira Türkiye’nin güvenli olmayan üçüncü ülke olarak kabulü, Avrupa Birliği topraklarına ulaşabilen mültecilerin hakları olan korumaya erişmeleri açısından olumlu sonuçlar doğurabilirse de Türkiye’deki geri kalan milyonlarca mülteci açısından keyfi uygulamaların artması ihtimalini beraberinde getiriyor. Haliyle bu, Türkiye’nin hukuk devleti çerçevesinden birkaç adım daha uzaklaşması anlamına geliyor. Bu yönüyle mülteciler için güvenli olmayan bir ülkenin vatandaşları için de güvenli olmayacağı çok açık. Dolayısıyla iki ülke sınırındaki mülteci çekişmesinin yarattığı tahribatlar üzerinden yürüyen hukuki yükümlülük ve sorumluluklara dair tartışmanın iki ülkenin dinamikleriyle birlikte ve bir tarafı hukuki sorumluluktan azat etmeyecek şekilde ilerlemesinde mülteci olsun olmasın herkes için yarar bulunuyor.