‘Türkiye’de bunu yapan olursa elini öperim!’

78 yaşındaki İsmail Amca’nın ismini “Atatürk’ün başındaki şapka”nın patent sahibi diye duyunca, Eminönü Tahtakale tarafındaki Çakmakçılar Yokuşu’nda bulunan Sümbüllü Han’a girdim. Orada sorar sormaz gösterdiler. Dar ve dik merdivenleri çıkarken eski hanın köhne dükkânları dikkatimi çekti.

Abone ol

İstanbul bir insan hazinesi. Kimisine göre de bir keşmekeş; nereden baktığınıza bağlı. Burada hiçbir zaman göremeyeceğiniz olaylara tanık olur, hiçbir yerde duyamayacağınız hikâyeler dinlersiniz. Ve bu anlatılanların aktörleriyle tanışırsınız.

İsmail Demirbaş da bu hikâyelere sahip birisi. 78 yaşındaki İsmail Amca’nın ismini “Atatürk’ün başındaki şapka”nın patent sahibi diye duyunca, Eminönü Tahtakale tarafındaki Çakmakçılar Yokuşu’nda bulunan Sümbüllü Han’a girdim. Orada sorar sormaz gösterdiler. Dar ve dik merdivenleri çıkarken eski hanın köhne dükkânları dikkatimi çekti.

'PAZARLARI DAHİL, HER GÜN GELİRİM'

Sonra karşıma İsmail Amca’nın kapısı çıktı: Duman Şapka & Ose Şapka. Karşıma çok eski bir atölye çıktı. O kadar eskiydi ki, insana ister istemez sanayi devrimi zamanındaki yoğun el emeği harcanan dönemleri hatırlattı. 1939 doğumlu İsmail Amca da halen çok yoğun çalışıyor. “Düğün, cenaze, bayram haricinde her gün sabah altı buçukta gelirim. Ben evde duramam, gelmem lazım. 6’ya 25 kala otobüs var, onunla Beşiktaş’a gelirim, oradan 28 numaralı otobüsle de buraya. Akşam 7 buçuk vapuruyla da dönüyorum. Pazar günü gelmem bütün haftayı sürükler. İşimi çok seviyorum” diyor. Ona göre işverenin saati olmazmış.

İsmail Demirbaş, makinesi başında çalışırken...

İsmail Demirbaş, Kastamonu Çekmeköy doğumlu. “Babam çiftçiydi. Saf adamın biriydi zavallı” diye başlıyor söze ve devam ediyor: “Orada biraz borçlandı, tahmin ediyorum. Ortaköy’de bir dayım vardı. Onunla konuşuyorlar, 'ne yapalım ne edelim' diye. Ben de kulak misafiri oluyorum. 'Dayının yanına gidiyoruz' dedi. Geldik Ortaköy’e. Yıl 1951, ben 11 yaşındayım. Bir sene filan kaldık, gözümüz açıldı. Orada bir manav dedi ki, 'sen gramları biliyor musun?' 'Biliyorum' dedim. Ne var onda, şu 500 gram, şu 100 gram. Beni orada başka bir manavın yanına verdi.”

‘YERE PARA ATARLAR, SAKIN ALMA’

“Mahmut Ağa” diye birisiymiş o manav. “O ustam bana 6 lira haftalık veriyordu. Doğru, dürüst olursan hayatta her şeyi başarırsın. Bir, iki hafta sonra ustam, 'al oğlum', dedi, 'dükkanı sen aç'. Açtım, baktım yerde paralar var. Bizim köyde derlerdi, İstanbul’da çalıştığın yerde yere para atarlar, sakın onu alma, ustana ver, diye. O kalmış tabii kafamda. Gittim verdim ben de. Sonra oradan taşınana kadar çalıştım o manavda. İnsanları da tanıdım.”

İsmail Amca zaten köyden geldiklerinde hayata karışmak niyetindeymiş. “Köyde ben Kuran okuyordum, hafızlığı bıraktım İstanbul’a gelince. Burada, Mercan’da bir Kuran kursu vardı. Dayım beni oraya götürdü. Götürünce dediler ki, burada yer yok. Her gün gelip gitmesi lazım. Velhasıl olmadı. Allah günah yazmasın ya, ben de olmamasını istiyordum. Niye mi? Ben bir işe gireyim, meslek öğreneyim diye düşünüyordum” diye anlatıyor o günkü düşüncesini.

EN İYİ KASKET USTASI

Sonra Edirnekapı’ya taşınmışlar; “Orada ip, urgan yaparlardı. İşte onlardan tanıştığımız iki kardeş, İsmailcim çalışır mısın, diye sordular. Çalışırım, dedim. Tamam dediler, şurada bir göçmen abla var, el işi yapan. Seni bir şapkacıya götürecek. Beni Kapalıçarşı’da bir Yahudi’nin yanına getirdiler. Kravatlı, kolalı gömlekli. En iyi ustalardan biri, en iyi kasket yapanlardan. Geldik, başladık işe. Bir hafta filan oldu; çalışıyorum ama cin gibiyim. Koşturuyorum ki ustanın gözüne gireyim.”

“Pepo Habib’di ustamın ismi,” diye devam ediyor İsmail Amca “Bizim bugün milletvekilleri giyinmez öyle, hâlâ gözümün önünde. Topuğum kıçıma vuruyor ustanın gözüne gireyim diye. 15 lira haftalığım vardı. Bir gün ağlıyorum böyle ama niye ağladığımı ben de bilmiyorum. Artık yorgunluktan mı, nedir. Usta geldi yanıma, oğlum hadi ağlama, 1 lira zam yaptım haftalığına, dedi. O zaman bir porsiyon kuru fasulye 25 kuruş. Bununla ben dört gün kuru fasulye yerim, dedim. Bunlar hâlâ aklımda işte.”

İsmail Amca tescilli şapkalarını gösterirken...

‘BEŞTE YATIP, ALTI BUÇUKTA KALKIYORDUM’

Arada çok kısa bir dönem başka iş yerine gitse de askere gidene kadar orada tedrisatını tamamlamış İsmail Amca. “Ben makineci oldum. Ama nasıl çalışıyorum, gece gündüz. Atölyede yatıyordum. İşçiyken herkes ‘bizimle çalış’ derdi. Sıcak havalarda çatıya kovayla su koyardım. Akşamüstü o su ılırdı, onunla banyo yapardım. Saat 5’te yatıp 6 buçukta kalkardım, çalışmaya devam ederdim.”

İsmail Amca çocukluğunda zorluklar yaşamış. “Babam çiftçiydi. Çift sürerken çorba götürürdüm ona evden,” diyor İsmail Amca “Bir gün dedim ki, bunu bana da öğret. Biraz ufak taş topla, dedi. Sabanın sapına yapış, sıkıca tut, dedi. Avuçlarımda o taşlar, sabanı kavradım. Babam da kendi elini benim elimin üstüne koydu. Elimi sıktıkça sıkıyor. Acıyor baba, dedim, niye böyle yapıyorsun, toplattın taşları? Öğreneceğim demedin mi, dedi. Mesleği öğretecek ya! O günleri de gördük. Çarık dikerdim köyde. 8-10 yaşında öküz güderdik. Fakirdik ama güzel günlerdi, hepsini hatırlarım.”

1200 ŞAPKADAN 400’E

Belki de bu yüzden tuttuğunu kolay kolay bırakmamış İstanbul’da, sıkıca tutunmuş işine. Bunun karşılığına da görmüş. “Şimdi çalıştığımız atölyenin sahibi İnebolulu ustam dedi ki, sen bana para kazandırdın, ben de sana kazandıracağım, burayı sana vereceğim. Piyasaya beni tanıttı, tüm iş yaptığı yerlere. Param olana kadar kiramı da ödedi. Ama iş çok o zaman, ben ve 8-9 işçi çalışıyoruz. 65’ten beri bu atölyedeyim. Her hafta 1200 şapka çıkarırdık, şimdi 400 şapka çıkaramıyoruz,” diyerek anlatıyor.

İsmail Amca atölyesinin girişinde.

‘İŞÇİNİN HAKKINI VERMİYORSUNUZ’

“İşimi severim, işimi sevmesem ayakta duramam,” diyor İsmail Amca ve devam ediyor, “İşçi temsilciliği de yaptım; resmi değil ama, gayriresmi. Kızdık, bağırdık, dövdük, dövüldük işçilerin haklarını korumak için. O zaman herkes parça başı iş yapardı. Her sene kongre olurdu. Orada bağırırdım, işçinin hakkını vermiyorsunuz, diye.” Sonra da “işçiyken tabii” diye de ekliyor. “Bizimkisi kaybolan mesleklerden,” diyor İsmail Amca “O zaman şapkacılar odasına bağlı 600’den fazla üyemiz vardı. Şimdi 100 küsur tane ancak kaldı.”

ATATÜRK’ÜN ŞAPKASI

İsmail Amca’ya ikinci büyük iyiliği yapansa bir Ermeni şapka ustasıymış. “Atatürk Kastamonu’da şapka inkılabı yaptı, 1925’te,” diye başlıyor bu olayı anlatmaya İsmail Amca “Bu devrim olduğu zaman Karaköy’de bir Ermeni usta Ose markasının tescilini alıyor. Ben 8-10 sene bu markaya fason çalıştım. Çok dürüst çalıştım. O Ermeni usta işi bırakırken, gel oğlum, ben bu markayı sana bırakıyorum, dedi. Alameti farika, eğneci yazar markanın altında. Atatürk’ün kafasındaki şapka bu işte!”

KÖŞELİ ŞAPKALAR

“Benden başka bu şapkanın imalatını yapan yok. 8 köşe şapka deriz ona,” diye devam ediyor İsmail Amca. Bir de 5 köşe dedikleri model var. O da tescilli bir şapka, markası Duman. “Naim Duman. Yunan göçmeni. Benim işimi kimse yapamıyor, sen yap, dedi bana bir gün. Ben bırakıyorum oğlum bu işi, markayı sana vereceğim. Bana etiket parası verecek misin, diye sordu. Senin hiç şapkanı çaldım mıi dedim ben de ona. O da, o zaman hediyem olsun, dedi. Naim Usta cennete gitsin, Ermeni ustamın da Allah günahlarını affetsin,” diye anlatıyor İsmail Amca.

‘TÜRKİYE’DE BUNU YAPAN OLURSA ELİNİ ÖPERİM!’

Bu iki model için “Türkiye’de bunu yapan olursa elini öperim!” diyor ve “Kimseye boyun eğmeyi sevmem. Çalışıyorum yahu, bak kaç kişi de ekmek yiyor. 38 senedir yanımda çalışan işçim var. Tarık Bey’in elini büken yoktur ütücü olarak. Makineci olarak da benim elimi büken yoktur. En kaliteli kumaşla çalışıyorum. İçinde kanaviçe var, Hindistan’dan geliyor” diye devam ediyor. Şapkaları genelde 50-60 yaşından büyükler giyerlermiş. “Gençler giyse giyse fiyaka için giyerler” diyor İsmail Amca.

Memleketin her köşesinden ararlarmış İsmail Amca’yı, kimi iki şapka istermiş, kimi bir parti. 8 köşe şapkayı genelde güneyde kullanırlarmış; Adana, Antep, Antalya gibi güneşin bol olduğu yerlerde. Geniş olduğu için. Samsun Çarşamba’da ise sadece bu şapka giyilirmiş. 5 köşe dediği ise Adıyaman, Malatya, Kayseri taraflarında giyilirmiş. Ama nereden telefon geleceği hiç belli olmazmış. Yükseova’dan Rize’ye, Elbistan’dan Kars’a her yerden ararlarmış.

İsmail Demirbaş’ın hem kendisi, hem atölyesi, hem de mesleği tarihten bir yaprak. “Maceracı bir hayat sürdüm. Çok şeyler gördük, geçirdik,” diyor sözlerine nokta koyarken. Yanından ayrılınca o küçücük atölyesine bir daha bakıyorum dışarıdan. O ufak atölyeden nasıl koca markalar oluştuğunu, bunca yıldır nasıl ayakta kalabildiğini benim gibi tüketim çağında yaşayan birinin aklının alması zor oluyor...

Atölyenin dışarıdan görünümü...

Kimsesiz çocukların 'kimsesi' terzi Hüseyin Gülsen