Türkiye’de demokrasinin 100 yılı: Sağdan sola, soldan sağa; salla bayrağı demokrasi üstüne

Gezi'yle birlikte, Türkiye’nin 1946’dan beri üzerinde tökezleyerek de olsa ilerlediği 'liberal demokrasi' yolu çatallandı, geleceğe doğru birbirinin tam aksi yönde uzanan iki farklı yola ayrıldı.

Abone ol

Murat Özbank*

Bu yazıda benden beklenen “demokrasinin”(1) Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yüzyılındaki geçmişini anlatmam ve ikinci yüzyılında bir geleceği olup olamayacağını değerlendirmem. Bunu yapacağım. Ancak söze 20. yüzyıl dünya tarihine kısa ve yer kısıtları nedeniyle zorunlu olarak kabataslak bir göz atarak başlamak istiyorum. Zira Türkiye coğrafyasında “demokrasinin” her ne geçmişi varsa ve her ne geleceği olacaksa, bunu dünya tarihinin genel düşünsel yönelimlerinden bağımsız olarak değerlendirmeye çalışmanın sadece eksik değil, hatalı da olacağı kanaatindeyim.

* * *

Tarihçi Eric Hobsbawm’un ifadesi ile “Kısa 20. Yüzyıl,” Birinci Dünya Savaşı'nın ardından, 1929 ekonomik krizi ve üç ideoloji arasındaki küresel hegemonya yarışıyla başlamıştı: Liberalizm, sosyalizm ve faşizm. Liberalizmin siyasi alameti farikası, seçimli, çok partili demokrasiydi. Sosyalizmin siyasi organizasyonu otoriter bir “öncü parti” rejimine dayanıyordu. Faşizm ise karizmatik bir lider kültü altında, hiyerarşik olarak örgütlenmiş, devlet ile toplumun bütünleştiği, tek renkli, totaliter bir siyasi yapı öngörüyordu. Liberalizm insanlara ‘toplumsal eşitlik’ pahasına ‘özgürlük’, sosyalizm ‘özgürlük’ pahasına ‘toplumsal eşitlik’, faşizm ise hem ‘özgürlük’, hem de ‘toplumsal eşitlik’ pahasına ‘güç ve (ulusal ve/veya ırksal) itibar’ vaat ediyordu. 

20. yüzyılın ilk yarısında liberalizm ile sosyalizm önce el ele verip, faşizmi 2. Dünya Savaşı'nın molozlarının arasına gömdüler. Sonra, 20. yüzyılın ikinci yarısında ise, birbirleriyle “soğuk” bir “savaşa” tutuşarak dünya halklarına eşitlik ve özgürlük arasında aslında hiç de yapmak zorunda olmadıkları bir tercih dayattılar. Soğuk savaşın ilerleyen yıllarında liberalizm refah devleti uygulamalarıyla özgürlük ve toplumsal eşitlik arasında kendi dayattığı gerilimi gevşetmeye çalışsa da, 1970’lerin sonu ve 1980’lerin başında Amerika’da Cumhuriyetçi Reagan’ın, İngiltere’de ise muhafazakar Thatcher’ın iktidara gelmesiyle yükselen neoliberalizm, eşitlik ve özgürlük arasındaki makasın yeniden açılmasına yol açtı. Sovyetler Birliğinde ise, Stalin’in ölümü sonrasında, Kruşçev özgürlükler yönünde bir açılım yapar gibi olsa da, Brejnev ve Adrapov dönemlerinde özgürlük alanları yeniden daraltıldı. Soğuk savaşın son yıllarında Gorbaçov’un izlediği “Glasnost” (açıklık) ve “Perestroika” (yeniden yapılanma) politikaları ise Sovyetler Birliği’nin sonunu getirdi.

“Soğuk savaş,” sosyalizmin havlu atması, liberalizmin kendisini muzaffer ilan etmesiyle 1989 yılında bitti. Berlin Duvarı'nın bugün hala turistik hatıra olarak satılan parçaları kaybedenin Brejnev’in veciz ifadesiyle “gerçekte var olan sosyalizm” olduğu konusunda hiçbir şüpheye yer bırakmıyor ama, kazananın “gerçekte varolan batı demokrasileri” olduğu da aynı netlikle söylenebilir mi?

TARİHİN SONU MU?

Berlin Duvarı’nın yıkılmasını takip eden ilk yıllarda bunu iddia eden çok insan olmuştu ama sanırım bunlardan en akılda kalanı, liberalizmin 20. yüzyılda kendisine meydan okuyan iki rakibini eleyerek tek ideoloji olarak ayakta kalmayı başardığını, dolayısıyla artık tarihin sonuna ulaştığımızı söyleyen Francis Fukuyama idi. Bir de tabii, Fukuyama’nın “tarihin sonu” tezine temelde katılmakla birlikte, ona bir şerh düşme ihtiyacı hisseden Samuel Huntington’ın “medeniyetler çatışması” tezini anmak lazım. “Hop, hop,” demişti Huntington Fukuyama’ya mealen, “Tamam, sosyalizmi yendik de, daha sırada İslamiyet, Ortodoksluk, Konfüçyanizm gibi Batı-dışı medeniyet projeleri var. Tarihin sona ereceği varsa da, Batı medeniyeti ile Batı-dışı medeniyet projeleri arasındaki bu çatışma da yaşandıktan sonra sona erer ancak.”

Bugünden geriye baktığımızda, soğuk savaş sonrası dönemin ilk yıllarındaki bu liberal zafer sarhoşluğu hiç de isabetli görünmüyor. Zira özellikle 2008-12 dünya ekonomik krizinin ardından anlaşıldı ki, liberalizmin on yıllar önce sosyalizm ile ele ele vererek oyun dışı bıraktığını sandığı faşizm, meğerse oyun dışı kalmamış. Batının liberal demokrasilerinde bireysel özgürlüklerinin tadını toplumsal eşitlik pahasına çıkartmaya yönlendirilmiş insanlar, özellikle de dünya nimetlerinden aldıkları pay kısıldığında, uğradıkları hüsranın çaresini pekala kendilerine eşitlik ve özgürlük pahasına güç ve itibar vaat eden faşizmde arayabiliyorlarmış.

Kısaca, Fukuyama da, Huntingon’da yanılmışlardı. Düşün tarihi ne liberal demokrasilerin soğuk savaşta kazandıkları zaferle son buldu, ne de dünya tarihinin soğuk savaş sonrasındaki yeni dönemini tanımlayan ana düşünsel ihtilaf eksenini, Batı medeniyeti ile batı-dışı medeniyet projeleri arasındaki çatışma belirliyor. Dünya tarihinin içinde yaşadığımız dönemini tanımlayan düşünsel ihtilaf Amerika, Avrupa, Ortadoğu, Asya ve Afrika kültürlerinin yerel renklerine bürünmüş faşizmler ile, insanlığı düşünsel, dini, etnik ve cinsel tüm çeşitliliği ile kucaklamaya çalışan, ekolojik duyarlılık sahibi ve bireysel özgürlükler ile toplumsal eşitliği aynı anda, birini diğerine öncelemeden vaat etmeye çalışan  radikal bir demokrasi tahayyülü arasında yaşanıyor.(2)

TÜRKİYE'DE İDEOLOJİLER

Kuruluşu kısa 20. yüzyılın başına denk gelen Türkiye Cumhuriyeti'nde, dünya tarihinin akışına yön veren bu ideolojik ihtilaflar nasıl bir yankı buldu?

Türkiye, yirminci yüzyılın İkinci Dünya Savaşı'nın sonuna kadarki ilk yarısını, otoriter bir tek parti yönetimi altında, ama liberalizm, sosyalizm ve faşizm arasındaki küresel hegemonya yarışının dışında kalmaya özen göstererek geçirdi.  Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin elbette ABD ve İngiltere gibi liberal, SSCB gibi sosyalist ve Almanya ile İtalya gibi faşist devletlerle diplomatik ilişkileri vardı. Ayrıca ülke içinde de sosyalizme, liberalizme ve faşizme yakın duran entelektüeller, siyasi aktörler eksik değildi. Ancak devlet aklı ikinci dünya savaşının son günlerine dek üç ideoloji arasında bir taraf tutmaktan kaçındı. Ülke içindeki TKP örgütlenmesini ve TKP’li aydınları sindirmek için tevfikatlar yapmak dışında sosyalizmle ilişkilenmedi. Dışlayıcı bir dille, tepeden inme bir ulus inşasına girişmiş, Şeyh Sait ve Dersim isyanlarını bastırmak bahanesiyle gerekçelendirilmesi zor, insanlık dışı şiddet uygulamalarına imza atmış olsa da, dönemin faşist rejimlerine mesafeli durdu. Liberal demokrasilerin şekli unsurlarından olan çok partili hayata geçmek için yapılan ama kısa sürede kesintiye uğratılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka deneyleri dışında liberalizme de yanaşmaya çalışmadı. 

Türkiye’nin ideolojiler arasındaki küresel hegemonya yarışının dışında kalma çabası, İkinci Dünya Savaşı'nın son aylarında akamete uğradı. Türkiye’nin devlet aklı 1945 yılının başlarında, İkinci Dünya Savaşı'nı kaybedecekleri artık kesinleşmiş olan Almanya ve Japonya’ya savaş ilan ederek, kendisini önce liberalizm ile sosyalizmin yanında, faşizmin karşısında konumlandırdı; İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra liberalizm ile sosyalizm arasında başlayan soğuk savaşta ise liberalizmin yanında, sosyalizmin karşısında saf tuttu. Devlet aklının bu tercihinde liberalizmin bireysel özgürlük vaadinden çok, Türkiye’nin Stalin Rusyası karşısındaki jeopolitik güvenlik endişeleri pay sahibi olmuştu. 

ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ

Türkiye’nin on senede bir askeri darbelerle kesilen seçimli, çok partili demokrasi tarihi de aynı dönemde başladı. Çok partili hayata 1946 yılında geçildi ve Demokrat Parti’nin 1950 yılındaki seçimleri kazanmasıyla Türkiye’de iktidar ilk defa demokratik seçimler aracılığıyla el değiştirdi. Demokrat Parti 10 yıllık iktidarı boyunca üç kez seçime gitti, üç kez yeniden seçildi ve iktidarının son dönemine kadar devlet aklıyla aynı hizada kalarak, ne anti-komünist duruşundan, ne de seçimli, çok partili demokratik yaşama olan bağlılığından geri adım attı. Ancak önemli ekonomik sorunlarla boğuşmaya başladığı iktidarının son yıllarında, iktidarı kaybetme korkusuyla kurduğu “Vatan Cephesi” ve olağanüstü sansür ve tutuklama yetkileriyle donatarak kurup işlettiği “tahkikat komisyonu” gibi baskıcı uygulamalarla, bugünün dilinde “otoriter popülizm” olarak adlandırılan faşizan bir döneme kapı aralayarak devlet aklının seçimli, çok partili liberal demokrasiden yana yaptığı tercihten ayrışabileceğinin işaretlerini verdi. Sonuçta Demokrat Parti iktidarının sonu da başı gibi bir ilke sahne oldu. Demokrat Parti, 1960 yılında Cumhuriyet tarihinin ilk askeri darbesiyle devrildi.  

60 DARBESİ

Devlet aklının dünya siyasetine yön veren soğuk savaşta liberalizmden yana, sosyalizme karşı durma tercihi, sadece seçimli, çok partili demokrasinin ağır aksak da olsa işlediği nispi özgürlük dönemlerinde değil; demokratik süreçlerin askeri müdahalelerle kesintiye uğradığı ara dönemlerde de tutarlıklıkla sürdürüldü. Soğuk savaş dönemi boyunca Türkiye siyasetinin üç değişmezi, dış politikada NATO üyeliği, iç politikada anti-komünizm ve 10 yıllık aralarla yaşanan kanlı ve baskıcı otoriter ‘ara dönemlerden’ sonra, çok partili, seçimli liberal demokrasiye ‘geri dönüş’ oldu.  

Nitekim, 1960 yılında faşistleşme emareleri gösteren sivil hükümeti deviren ve kendine Milli Birlik Komitesi adını veren askeri cunta da, Demokrat Parti’nin Başbakanı Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile Çalışma ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın idam edildiği kısa ama kanlı bir otoriter yönetim döneminin ardından, nispeten daha ‘liberal’ bir Anayasa yaparak ‘demokrasiye’ geri döndü.

71 MUHTIRASI

1961 Anayasası'nın yürürlüğe girmesiyle oluşan nispi özgürlük ortamında, devlet aklının eşitlik pahasına özgürlük vaat eden liberalizmden yana yaptığı tercihi sorgulayan ve geniş halk kesimleri adına “toplumsal eşitlik” talep eden sol sosyalist muhalefet, ilk defa kitleselleşme imkanı buldu, hatta 1965 yılında meclise 15 milletvekili sokmayı başardı. Devlet aklı, sol/sosyalist muhalefetin yükselişini Cumhuriyet tarihinin ikinci açık askeri müdahalesi olan 12 Mart 1971 muhtırasıyla ve üç  genç fidanı, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı “üç bizden, üç onlardan” sloganlarıyla idam ettirerek kesintiye uğratmaya çalışsa da, kendini ortanın solunda ilan eden CHP 1973 yılında yapılan genel seçimlerde TBMM’de çoğunluğu kazandı ve politik islamcılarla bir koalisyon hükümeti kurarak başbakanlığı sağdan devraldı. 

Ancak dışarıda, dünya siyasetine yön veren soğuk savaş dinamikleri solun Türkiye’de tümüyle demokratik siyaset alanında yürüttüğü mücadelelerle iktidara gelmesine, gelse de iktidarda kalmasına elverişli değildi; içeride ise devlet aklının liberalizmden yana yaptığı tercihin ekonomik nimetlerinden faydalanan sermaye kesimleri liberal demokrasinin sol lehine bir iktidar değişimiyle sonuçlanması ihtimaline karşı, devletin “gücünü göstermesini” yani otoriterleşmesini ehveni şer bir güvenlik sübabı olarak görüyordu. Nitekim  toplumda karşılık bulmuş ve sokakta üstünlük kazanmaya başlamış solun karşısına, ‘devlet yanlısı,’ anti-komünist bir siyasal hareket olarak ‘Türkçü, turancı’ ülkücülerin sürülmesi, 1970’lerin ikinci yarısında kurulan “milliyetçi cepheye” politik islamcı milli görüş hareketinin de -Necmettin Erbakan’ın özgün ifadesiyle: “kerhen”-  katılmasıyla birlikte, dünya siyasetinde liberalizm ile sosyalizm arasında soğuk yaşanan savaş, 1970’lerin ikinci yarısında Türkiye’de sıcak sokak çatışmalarına dönüştü. 

12 EYLÜL VE SONRASI

1980’de bu sıcak “sağ-sol” çatışmasını bitirmek bahanesiyle yapılan 12 Eylül askeri darbesi, sağ cenahtan bazı politikacı ve eylemcileri de hedef almış olsa da, hem Türkiye’nin ekonomisini liberalleşmek amacıyla “anti-komünist” sermaye çevrelerinin alkışları arasında alınmış 24 Ocak 1980 kararlarını kalıcılaştırmaktan geri durmadı, hem de devletin, otoriter, baskıcı, işkenceci gücünü esas itibariyle bu kararları güçlü bir şekilde eleştiren “sola” (ve yine 1970’lerde demokratik siyaset sahnesinde sesini duyurmaya başlamış Kürt siyasal hareketine) gösterdi. 12 Eylül cuntası, 1982’de “sola kapalı” yeni bir anayasayı “hayır” propagandası yapmanın yasak olduğu bir referandumda Türkiye halklarına onaylattıktan ve cuntanın lideri Kenan Evreni cumhurbaşkanı seçtirdikten sonra, 1983’te Türkiye’nin yeniden seçimli, çok partili hayata dönmesine izin vererek, başbakanlığı “sağ liberal” Turgut Özal’a bıraktı. Türkiye soğuk savaşın kalan yıllarını, PKK ile devlet güçleri arasındaki çatışmaların yükseldiği bir dönemde, 12 Eylül darbesinin gölgesi ve (neo)liberalizmin hegemonyası altında geçirdi.

Türkiye soğuk savaş sonrası döneme seçimli çok partili bir yaşam öngören, ama sol, Kürt ve İslami tabandan yükselen her türlü eşitlik ve özgürlük talebine, devletin aklının özgürlükleri kısarak ve otoriter gücünü göstererek yanıt vermesine hukuki kılıf da sunan baskıcı bir anayasa ve kısıtlı bir demokrasi anlayışı ile girdi. Soğuk savaş sonrası dönemde seçimli, çok partili yaşamın 1982 Anayasası çerçevesinde sunduğu kısıtlı siyaset zemininden en iyi yararlanmayı başaran politik akım İslamcılık oldu. 

Kürt siyasal hareketinin ülkenin güneydoğusunda uğratıldığı baskıcı ve işkenceci devlet şiddetine şiddetle karşılık verme tercihi, bu hareketin demokratik siyaset zeminindeki manevra alanını daralttığı gibi, Kürt düşmanı bir Türk milliyetçiliğinin hem sağ, hem de sol tabanlarda yükselmesi ve kök salması için elverişli bir alan açtı. 

Sosyalist sol, 12 Eylül 1980 müdahalesinde aldığı sert darbeden sonra, 1970’lerde sahip olduğu kitleselliği 1994 yılında kurulan Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin çatısı altında birleşerek yeniden yakalamaya çalışmış, hatta bir adayını bağımsız milletvekili olarak seçtirip meclise sokmayı başarmış olsa da, Kürt siyasal hareketi ile ilişkilenmek konusunda çıkan iç tartışmalar yüzünden yeniden bölündü ve geniş kitlelerle bir daha buluşamadı. 

“Solda” olduğunu iddia eden CHP geleneği ise, soğuk savaş sonrası dönemde üzerinde siyaset yaptığı liberal demokrasi zeminini daha eşitlikçi, daha özgürlükçü, daha çoğulcu ve daha katılımcı bir yönde radikalleştirecek ve kurumsallaştıracak “sosyal demokratik” bir siyaset izlemek yerine, devlet aklının Türkçü ve laikçi kuruluş ayarlarıyla hizalanmayı tercih ederek, “cumhuriyetin kazanımlarını” “irtica” ve “bölücülük” tehditlerine karşı korumayı amaç olarak benimsedi; bunu da zaten kendisini destekleyen yüzde 20-25’lik bir toplum kesiminden başka kimseye değmeyen, değmek de istemeyen, geniş toplum kesimlerine tepeden bakan, elitist ve Kemalist-muhafazakar bir söylem kurarak yapmaya çalıştı. 

Buna mukabil siyasal İslamcılık tümüyle demokratik siyaset zemininde, mümkün olduğunca geniş halk kitlelerine ulaşmayı ve onları seçmen tabanı olarak seferber etmeyi hedefleyen bir strateji izledi. Devlet aklının siyasal İslamın demokratik siyaset sahnesindeki bu ilerleyişini durdurmak için 28 Şubat 1997’de ve 24 Nisan 2007’de yaptığı ve İslami tabanda önemli mağduriyetlere sebebiyet veren “post-modern darbe” ve “e-muhtıra” gibi müdahalelerine şiddetle karşılık vermedi; tam aksine demokratik zeminde siyaset yapma hakkını ısrarla savunmayı ve kullanmayı sürdürdü. Ve bu tercihlerinin karşılığını da 2002’de yapılan seçimlerde iktidara gelerek ve 2007’de kendi içinden bir ismi hem de devlet aklının “demokrasi üstü” müdahale çabalarına rağmen halk oyuyla Cumhurbaşkanı seçtirerek aldı. 

AKP İKTİDARI

Velhasıl AKP’nin kendisini iktidara taşıyan “liberal demokrasi” zemininin altını oymaya, son günlerde muhalif kesimlerde sıkça dillendirildiği gibi iktidara geldiği ilk andan itibaren başladığını söylemek haksızlık olur. Tam aksine, AKP iktidarı 2002-2007 arasındaki ilk döneminde devlet aklının “siyaset üstü” müdahale çabalarına karşı kendini güvence altına almak için 1982 Anayasası'nın sunduğu kısıtlı demokrasi zeminini özgürlükler lehine biraz daha genişletmeye ve güçlendirmeye çalışan bir politika izledi. Örneğin iktidara seçildiği ilk dönemde Medeni Kanun ile TCK’da kadın hareketi tarafından talep edilen değişikliklerin yasalaşmasını engellemedi, AB’ye tam üyelik müzakerelerini başlattı, bu kapsamda Anayasa’nın 90. Maddesine Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni Türkiye’nin iç hukukunun bir parçası haline getiren bir fıkra ekledi, AB’ye tam üyelik müzakereleri çerçevesinde çıkartılan uyum paketleriyle devletin şiddet araçlarının kullanımının insan haklarına dayalı bir hukuki çerçeve içinde sınırlandırılmasını, düşünce ve ifade özgürlüğünün genişletilmesi ve korunmasını öngören mevzuat değişiklikleri yaptı. 

AKP iktidarının bu ilk döneminde CHP ile sol muhalefetin 12 Eylül 1980 darbesinden sonra ayakta kalmayı başarabilmiş örgütlü unsurlarının bir kaç istisna dışındaki önemli bir bölümü ise, Türkiye siyasetini Laikçi/İslamcı, Türkçü/Kürtçü, Ulusalcı/Emperyalist-İşbirlikçi ve elbette soğuk savaştan yadigar sosyalist/liberal gibi şematik karşıtlıklar üzerinden okuyan sığ bir kolaycılığın cazibesine kapılmış olacaklar ki, AKP’nin demokratik siyaset zeminini genişletme yönünde attığı adımlara şüpheyle, hatta düşmanca yaklaştılar. Söz konusu muhalif unsurlar, AKP’nin demokratik siyaset zeminini genişletmek ve güçlendirmek yönündeki hamlelerini sivil toplumda örgütlenmek ve kendi tabanlarını genişletmek için bir fırsat olarak da görebilir, hatta AKP’nin bu demokratik hamlelerini daha da özgürlükçü, daha da eşitlikçi ve daha da çoğulcu bir yönde radikalleştirmeyi amaçlayan bir muhalefet stratejisi de izleyebilirlerdi. Ancak, muhalif mahfiller bunun da bir seçenek, hatta toplumda güçlü de karşılık bulabilecek bir seçenek olabileceğini, 2013 yılındaki Gezi eylemlerinde tabandan kendiliğinden yükselen özgürlük çığlığını duyana  kadar fark etmediler; tam tersine AKP’nin temsil ettiğine inanılan “irtica” “neoliberalizm” ve “emperyalizm” gibi kısmen gerçek, kısmen de muhayyel tehditlere karşı durmak için, AKP’nin demokratikleşme yönünde attığı adımlara da muhalefet edilmesi gerektiği düşüncesi sol imgelemde bir sabit fikir halini aldı. Velhasıl 2002-2007 arası dönemde Türkiye’de demokratik siyaset zeminin genişletilmesi ve güçlendirilmesi perspektifinin taşıyıcılığını aydınlanmacı solculardan çok, politik İslamcı gelenekten gelen AKP yaptı demek yanlış olmaz kanaatindeyim. 

CUMHURBAŞKANLIĞI KRİZİ

AKP’nin demokratik siyaset zeminini “muhalifleri” aleyhine daraltma çabalarının başlangıcı 2007 yılındaki Cumhurbaşkanlığı Seçimleri etrafında yaşanan tartışmaların sonrasına denk gelir. Devlet aklının ve o dönemde onunla hizalanan CHP’nin, politik İslamcı gelenekten gelen AKP’li bir ismin Cumhurbaşkanı seçilmesini engellemek için önce ordu, sonra da Anayasa Mahkemesi aracılığıyla “siyaset üstü” müdahalelerde bulunma çabaları, AKP tarafından, genel seçimler erkene alınarak ve Cumhurbaşkanı’nın halk oyu ile seçilmesini öngören bir anayasa değişikliği referanduma götürülerek, yani demokratik siyaset zemininde yapılan hamlelerle boşa düşürüldü. AKP 2007 yılındaki bu krizden, oylarını artırmış, kendi içinden bir ismi Cumhurbaşkanı seçtirmiş, sosyal demokrat gelenekten gelen Ertuğrul Günay, insan hakları hukukçusu Zafer Üskül, Alevi kimliği ile tanınan, sol eğilimli Reha Çamuroğlu gibi isimleri de kadrosuna dahil ederek çoğulcu, “demokratik” görünümlü bir vitrin kurmuş olarak çıktı. 

Ne var ki bir yandan ülke içindeki muhalefet de, ordu da, yüksek yargı organları da, Cumhurbaşkanlığı krizinde demokratik açıdan iyi bir sınav verememişti; öte yandan AB Türkiye’nin tam üyeliği sürecinde, yeni müzakere fasıllarının açılması konusunda ipe un seren, işi yokuşa süren bir görüntü veriyordu. Neden bunlar mıydı, başka nedenler de var mıydı bilinmez ama, iktidarının ilk döneminde devlet aklının “siyaset üstü” müdahalelerine karşı korunmak için AB’ye yaslanarak “demokratik siyaset zeminini güçlendirme” stratejisi izlemiş olan AKP, iktidarının ikinci döneminde kendisini güvence altına almak için “siyaset dışı” yöntemler de aramaya başladı. 

ERGENEKON DAVALARI

İşte Ergenekon soruşturması da AKP’ye bu bağlamda bir fırsat sundu. Önce devlet içinde yapılanmış ve illegal faaliyetlerde bulunan bir takım unsurlara karşı, meşru gerekçelerle açılmış bir soruşturma olarak başlayan Ergenekon, zaman ilerledikçe AKP’nin o dönemde örtülü bir ittifak içinde olduğu Fethullah Gülen Cemaatine bağlı polis, savcı ve hakimler tarafından kurunun yanında yaşın da yakıldığı, Fethullah Gülen cemaati ile onun AKP ile kurduğu örtülü ittifakı eleştiren gazeteci, yazar ve güvenlik bürokratlarının sahte delillerle tutuklandığı, yargılandığı, hapse atıldığı bir cadı avına, bir intikam operasyonuna dönüştürüldü. 

2008 yılında AKP’ye “irticai faaliyetlerin odağı olduğu” iddiasıyla açılan kapatma davası o sırada görülmekte olan Ergenekon davalarına devlet aklının verdiği bir yanıt mıydı, bunu da bilmek mümkün değil. Ama AKP bu kapatma davasını aldığı hazine yardımının bir kısmının kesilmesi cezasıyla, kapatılmadan atlattıktan sonra stratejik bir hamle daha yaptı. 1982 Anayasası'nı “askeri müdahalelere” kapatmayı hedefleyen, 12 Eylül askeri cuntasından hukuk önünde hesap sorulmasının önünü açan, ancak bu arada Anayasa Mahkemesi ile Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapılarını da meclis çoğunluğuna sahip iktidar partisinin siyasi müdahalelerine açık kılan bir dizi değişikliği 2010 yılında halk oylamasına götürdü. AKP karşıtı muhalefetin kendi içinde “(yetmez ama) evetçiler,” “hayırcılar” ve “boykotçular” olarak bölündüğü referandumda önerilen Anayasa değişiklikleri yüzde 57 gibi azımsanmayacak bir oy oranıyla kabul edildi. 

Velhasıl, AKP iktidarının üçüncü dönemine, e-muhtıra ve kapatma davası gibi badireleri atlatmış, Ergenekon davalarıyla önemli bir muhalif kesimi köşeye sıkıştırmış, 2010 Referandumu'nda istediği Anayasa değişikliklerini kabul ettirmiş, 3 Mart 2011 tarihinde yapılan genel seçimlerde ise, yüzde 46.5 oy alarak, Meclis'te 324 sandalye kazanmış olmanın verdiği özgüvenle girdi. Sebep bu özgüven miydi, yoksa 2008 dünya ekonomik krizinin etkilerinin artık Türkiye’de de, düşen büyüme oranları ve artan işsizlik rakamlarıyla hissedilir olmaya başlaması mıydı tartışılır, ama AKP’nin iktidarının ilk döneminde eylemli olarak, ikinci döneminde ise en azından söylem  düzeyinde taşıyıcılığını yaptığı “demokratikleşme” perspektifini, 2011 yılında başlayan üçüncü döneminden itibaren tedricen rafa kaldırıp, rotayı sağ popülizme, daha açık ifadesiyle faşizme kırdığı da yadsınamaz bir gerçek.

GEZİ'NİN ÖZGÜNLÜĞÜ

2013 yılına varıldığında, Türkiye siyasetinde etkin olan örgütlü, kurumsal politik akım ve hareketler arasında demokrasiyi daha eşitlikçi, daha özgürlükçü ve daha çoğulcu yönde derinleştirmeyi, yaygınlaştırmayı ve insan haklarına dayalı bir hukuki çerçeve içinde güçlendirmeyi kendi başına bir amaç olarak benimsemiş, kitlesel güce sahip politik aktörler yoktu.

Politik özgürlükler devlet tarafından arızi olarak bahşedilen, gerektiğinde geri alınabilecek lütuflar olarak görülüyordu ve esasen özgürlük talebiyle yükselmiş kitlesel bir halk hareketinin varlığından söz etmek de mümkün değildi. Ta ki o yılın Mayıs ayında İstanbul’un Gezi parkında başlayan ve Türkiye’nin 79 iline yayılan protesto eylemlerine kadar…

Cumhuriyet tarihinin ilk kitlesel halk hareketinin Gezi olduğu söylenemez elbette. Gezi’nin özgünlüğü, eşitlik talebini, ilk kez güçlü bir özgürlük talebiyle birlikte ve ekolojik bir zeminde dile getirmesi, sadece işçi sınıfını değil, o güne dek sokak eylemlerine mesafeli durmuş kentli orta sınıfları da kapsaması, Türkiye’nin düşünsel, dini, etnik ve cinsiyet çeşitliliğinin tüm renklerini içinde barındıran rengarenk bir eylemci profiline sahip olması ve en önemlisi de kendiliğindenliğiydi.(3) 

Gerçekten de Gezi AKP’nin ve AKP liderliğinin sonradan iddia ettiği gibi gizemli iç veya dış mihraklar tarafından örgütlenmiş ve tek bir merkezden yönetilen, planlı bir darbe girişimi değildi. Tam aksine Gezi’nin gücü kendiliğindenliğinden, dolayısıyla tek bir güç merkezinden yönetilemezliğinden geliyordu. Gezi’de insanlar örgütlü siyasal akımlar ve hareketler tarafından sokağa dökülmemiş, tam aksine örgütlü siyasal akımlar ve hareketler, kendiliğinden sokağa dökülmüş insanların peşinden sokağa sürüklenmişlerdi. İnsanları sokağa döken şey ise, gizemli iç veya dış mihraklar tarafından etnik, dini, düşünsel ya da cinsiyet önyargılarının, bu önyargılarla beslenen nefret ve öfke duygularının kışkırtılmış olması değil; önce Gezi Parkı'ndaki ağaçların kesilmesine, sonra bunu protesto eden bir avuç çevreci eylemciye yönelik polis şiddetinin orantısızlığına, en son da polise bu emri bizzat verdiğini söyleyen AKP liderliğinin vurdumduymaz nobranlığına duydukları vicdani tepkiydi. Ve insanlar, aralarındaki her türlü etnik, dini, düşünsel ve cinsiyet farklılıklarına rağmen üzerinde ortaklaştıkları bu vicdani tepkiyi, sokağa dökülerek gösterme cesaretini de arkalarındaki o veya bu örgütlü siyasi yapıdan, iç veya dış mihraktan değil, tüm farklılıklarına rağmen birlikte durabilmelerinden, birlikte eyleyebilmelerinden, yani doğrudan birbirlerinden almışlardı.

Gezi Eylemleriyle birlikte, Türkiye’nin 1946’dan beri üzerinde tökezleyerek de olsa ilerlediği “liberal demokrasi” yolu çatallandı, geleceğe doğru birbirinin tam aksi yönde uzanan iki farklı yola ayrıldı. Bu yollardan ilki Gezi eylemleriyle açılmıştı ve “liberal demokrasinin,” insanlığı düşünsel, dini, etnik ve cinsel tüm çeşitliliği ile kucaklamaya çalışan, ekolojik duyarlılık sahibi ve bireysel özgürlükler ile toplumsal eşitliği aynı anda, birini diğerine öncelemeden vaat etmeye çalışan bir “radikal demokrasi” tahayyülü doğrultusunda derinleştirileceği, yaygınlaştırılacağı ve kurumsallaştırılacağı bir geleceğe doğru uzanıyordu. İkincisi ise, Türkiye’yi 2008 ekonomik krizinden sonraki dönemde dünyada Trump Amerika’sından, Putin Rusya’sına, Bolsonora Brezilya’sından Orban Macaristan’ına, Morawiecki Polonya’sından Meloni İtalya’ sına çok sayıda örneği görülen popülist otoriter rejimlerin en acımasız örneklerinden biri olmaya taşıyacak olan faşizan yol…

* * *

Türkiye AKP liderliği tarafından sürüklendiği bu faşizan yolda, on yılda epey de bir mesafe kaydetti. Öyle ki, Cumhuriyet’in 100. yılında gelinen noktada liberal demokrasilerin olmazsa olmazı güçler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı gibi ilkeleri rafa kaldıran; yasama, yargı ve yürütme erklerini fiilen tek elde toplayan, “Türk usulü,” bir başkanlık rejimiyle yönetiliyor Türkiye. AKP liderliği gücünü aldığı çoğunluğu, yani popüler destek tabanını, “yerlilik ve millilik” adını verdiği bir hatta oluşturduğu ve on yıldır istikrarlı bir şekilde yürüttüğü bir kutuplaşma, hatta cepheleşme politikasıyla muhafaza ediyor. Bu amaçla bir yandan Türkiye toplumunun “öteki” olarak konumlandırdığı kesimlerini, özellikle de Kürt siyasal hareketinin destekçilerini, LGBTİQA+’ları ve feministleri, “terörist” veya “ahlaksız” olarak yaftalayarak ve kriminalize ederek kendi destekçi tabanına “iç düşmanlar” olarak hedef gösteriyor; bir yandan da kendini bu iç düşmanlardan kaynaklandığı vehmedilen varoluşsal tehdit karşısında Türkiyeli seçmenlerin sığınılabilecekleri en yerli ve en milli kale olarak pazarlıyor.

Ama şu da bir gerçek ki 10 sene önce Gezi’de vicdanlarının sesine kulak verip, sokağa dökülmüş ve “birbirlerinden aldıkları güçle Türkiye’ye radikal demokrasi yönünde ilerleyen bir yol açmış ‘öteki’ yüzde 50’yi oluşturan insanların vicdanları körelmiş, umutları tükenmiş, gönülleri faşizme inmiş de değil, hala. Türkiye’de hala doğruyu yanlıştan, gerçeği yalandan, haklıyı haksızdan, iyiyi kötüden ayırabilen, her etnisiteden, her cinsiyet ve cinsel yönelimden, her düşünsel renkten, her inançtan çok sayıda vicdanlı insan yaşıyor. İşte Türkiye’nin ikinci yüzyılında demokrasi ile faşizm arasında çatallanan yollardan hangisinde ilerleyeceğini, her şeyden çok, bu vicdanlı insanların, onların iradesini temsil etmek iddiasında olan muhalif siyasal hareketlere ve partilere yön gösterip, gösteremeyecekleri, onları Gezi’de olduğu gibi, tüm farklılıklarıyla, ama hep birlikte peşlerinden sürüklenmeye davet edip, edemeyecekleri belirleyecek…

İlk olarak iki bölümlük, daha uzun bir yazı olarak kaleme alınan bu makale, “100. Yılda 100 Yazı dizisi” için kısaltıldı. Bilahare yayınlanacak e-kitapta yazının tamamına yer verilecektir.

NOTLAR:

(1) Demokrasi farklı şekillerde tanımlanan bir kavram. Yazarın demokrasi kavramını nasıl çerçevelediğine ilişkin daha kapsamlı bir tartışma için bkz. M. Ozbank, “Yeni başlayanlar için demokratik katılım nedir, neden önemlidir, nasıl sağlanır?,” Saha, No.10, Aralık 2022. Erişim için: https://hyd.org.tr/attachments/article/1240/saha10_aralik2022.pdf.  Ayrıca bkz. “Türkiye Demokrasisinde Yanlış Olan Ne: Bir Güç Reflüsü Belirtisi Olarak Türkiye’de Kamusal ve Sivil Alanların Kısıtlanması,”

Birikim Güncel,  18 Mayıs 2021. Erişim için: https://birikimdergisi.com/guncel/10605/turkiye-demokrasisinde-yanlis-olan-ne. Kuramsal bir tartışma için bkz. M. Ozbank (Sunan ve Derleyen): Neden Demokrasi, Nasıl İstikrar: Rawls — Habermas Tartışması;  İstanbul, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2009.

(2) Yukarıdaki tartışmanın daha geniş bir versiyonu için bkz. M. Özbank, Berlin Duvarı Yıkılalı 30 Yıl Olmuş, Birikim Güncel, 11 Kasın 2019. Erişim için: https://birikimdergisi.com/guncel/9777/berlin-duvari-yikilali-30-yil-olmus

(3) Gezi eylemlerinin hemen ardından kaleme alınmış, ancak yazarın güncelliğini koruduğuna inandığı bir değerlendirme için bkz. M. Ozbank, Gezi Ruhu ve Politik Teori, Kolektif Kitap, İstanbul, 2013.