Türkiye'de hâkim var mı?

Cevap çok açıktır ve en başından verilmelidir. Çünkü Türkiye'de hukuk düzeni hâkimlik üzerine oturmaz. Hukuku hâkim yaratmaz! Hâkim bu hukuk düzeninin sıradan bir aracıdır ve böyle kaldığı sürece de vasatın yaygın sonuçları üzerine dayanmak zorundadır.

Abone ol

Orhan Gazi Ertekin*

Genç avukat Mahpare Tanın, göz doldurucu müktesebatını tek tek sıralayarak son hâkimlik sınavında elendiğini duyurdu ve şaşkınlık ve isyanını ülkenin yargısının geleceğine ilişkin kaygılarıyla birlikte paylaştı. Daha mesleğin başındaki bir hukukçunun derin bir öfke ve isyana sürüklenmesi, düzen ve hak ile ilişkisini peşin bir haksızlık tecrübesi ile kurması bu ülkenin yargısının ve yargı mensuplarının ilk ve tek öğrenme haline tekabül etmektedir. Türkiye yargısının “tabula rasa”sı daha bu ilk haksızlıklar üzerinden somut bilgi ile dolmaya başlar. Hâkim-savcılık-avukatlık mesleğine peşin bir hüsranla başlamak beraberinde adalet ve hakkaniyet konusundaki ümitsizlik ve kayıtsızlığı da beraberinde getirir kuşkusuz. Bunu biliyoruz. Pek gariptir ki, hangi dönemde olursa olsun, hâkim ve savcı olmak haksızlık ve adaletsizliğin en başından kabulüyle mümkün olabilmiştir. Çünkü mülakat heyetleri daima bir haksızlık üzerine iş görürler. Görmüşlerdir. Avukat Tanın'ın yazılı sınavdaki yüksek başarısı da kaçınılmaz olarak bugünkü hâkimlik mülakatı heyetine gözlerin çevrilmesine yol açtı. Peki Türkiye yargısı, yetenek ve donanım karşısında niye isabetsiz kalmış, neden vasat ile ilişkisini sonsuz bir şehvet ile korumaya kalkışmıştır?

Cevap çok açıktır ve en başından verilmelidir. Çünkü Türkiye'de hukuk düzeni hâkimlik üzerine oturmaz. Hukuku hâkim yaratmaz! Hâkim bu hukuk düzeninin sıradan bir aracıdır ve böyle kaldığı sürece de vasatın yaygın sonuçları üzerine dayanmak zorundadır. Yani kısacası mülakat heyetleri Avukat Tanın'ı ve onun gibi bağımsızlık alanları oluşturma ihtimal ve imkanları olanları hakimliğe almamak için vardır. On yıllarca devam ve tekrar eden bunca hukuksuzluğu hem de hukuka dayanarak yürütebilmek haliyle oldukça zordur ve kaçınılmaz biçimde özel bir hakim profilini gerekli kılar. Hâkimlik mülakatındaki haksızlıkların kısa hikâyesine geçelim mi?

'CUMHURİYET HÂKİMİ'

Cumhuriyetin en başarısız olduğu alanların başında adalet ve yargı alanı gelir. Hukuk ile ilişkisi oldukça zayıf olan Türk milliyetçiliği hukukun içinden ister avukat, ister hâkim, savcı olsun bir öncü hukukçu çıkaramamış, hukuk alanını kendi politik söyleminin merkezi ilgilerine dönüştüren bir hukukçu entelektüel çevre yetiştirememiştir. Bu nedenle de hukukun akademik ve avukat, hâkim ve savcı gibi mesleki öncülerini Osmanlı'dan tebarüz eden bir kadro yoluyla geliştirme yoluna gitmiş ve 1960'lara kadar bu kadrolarla idare etmiştir. Bu tarihten sonra özellikle akademinin güçlü hukukçu kadroları Amerikan sosyal bilimcileri ile Marksizmin entelektüel “tehdit”leri altında giderek yok olmuştur. Bunun anlamı Cumhuriyetin 1960'lardan itibaren hukuk ve yargı alanının “taşra”nın ve taşra kültürünün eline geçmesidir.

Türkiye yargısı özellikle bu yıllarla beraber taşranın tüm kültürel hallerini hukukun inşasının ana dinamiği haline getirmiştir. Böylece Cumhuriyet ilk dönemlerinde Osmanlı hukukçu kadrolarının yapıcı ve kurucu etkileri ile ilerlerken 1960'larla beraber olağanüstü bir çoraklığın içine düşmüştür. Cumhuriyetin kendine has bir hukukçu entelektüel yetiştirememesi bile aslında tek başına çok şey söylemektedir. Türkiye yargısının bu taşralaşması sürecinin ekonomik, sosyal, kültürel ve ideolojik hallerini henüz tam olarak araştırabilmiş ve anlayabilmiş değiliz maalesef. Fakat, Demokrat Yargı başkan yardımcımız Faruk Özsu'nun Türkiye yargısının anlaşılmasında daha on yıllarca neredeyse temel mottosu olacak tespitini buraya eklemek uzun analizler yapmaktan bizi kurtaracaktır. Özsu, bütün bu Türkiye hukuku ve yargısının uzun hikâyesini hâkimler ve savcılar bağlamında şöyle tarif etmişti: “Türk yargısı taşranın kültürel kodlarına hapsolmuş, güce tapan, toplum ve birey düşmanı, antientelektüel, ahlakçı, asosyal bir cemaattir...”

'YENİ HÂKİM'

Tam da bundan dolayı "Cumhuriyet Hâkimi", Selçuk Kozağaçlı'nın pek yerinde tespiti ile geride bir gelenek ve miras bırakmaksızın kaybolup gitti. Bugün geldiğimiz noktada ise artık bir tür “yeni hakim”den bahsedilebilir hale gelmiştir. 19'uncu ve 20'nci yüzyılın “araçsal hâkim”i artık kendi rasyonel çerçeve ve çevresini tamamen kaybetmiş, belirsiz bir coğrafyada hiç bir derinlik ve bağı olmayan lümpen bir iş takipçisi konumuna intibak ve iştirak etmiş bulunmaktadır. Modern dünyanın genel hukuk krizi Türkiye'nin mahsus krizinin içinde yeniden yoğrularak özel bir esnaf-memur hamulesiyle kendi şeklini sürekli olarak değiştiren bir “yeni hâkim” türü yaratmakta, bu hakim profili kendisini varlık-yokluk sınırlarında sürekli yoklamakta, sürekli kendisini kemirmekte ve geride sonsuz ve nihai bir yıkıntının izleriyle kıyametine doğru gitmektedir. Avukat Tanın'ın alınmadığı yer işte burasıdır...

Şimdi başa dönersek, mülakat heyetinin Avukat Tanın'ı neden hâkim olarak almadığını anlamak daha kolaylaşacaktır diye tahmin ediyorum. Nihayetinde şunu artık rahatlıkla söyleyebiliriz ki Avukat Tanın'ın adalet çığlığı Türkiye'nin yüz yıllık yargısının içinde yankılanıp gelen bir çığlıktır. Her türlü haksızlığın hiç bir sorumluluk duyulmadan yapıldığı ve halen de yapılmaya devam edildiği bir “adalet” geleneğidir bu. Bu ülke, Gelecek 1917 kitabında aktarıldığı üzere Rosa Lüksemburg'un “genel seçimler, sınırsız bir basın ve toplantı özgürlüğü, özgür düşünce mücadelesi olmadan yaşam tüm kamu kurumlarında solar” uyarısına bir de hukuk ve yargının dinamik dengesini ekleyerek yeni bir kamu alanı kurmadığı sürece de bu gelenek maalesef varlığını sürdürecektir... Bu uyarıya kulak verilirse Avukat Tanın gibi genç hukukçuların mesleğe hüsranla başlamak kaderleri olmayacaktır...

Bizim hâlâ umudumuz var. Çünkü yargı kendisini bile yiyerek herhangi bir yere gidemeyecektir...

*Hakim, Demokrat Yargı Eşbaşkanı