Küçük bir çocukken, henüz dünya mı büyük Türkiye mi, mahalle mi yoksa Ankara mı, anlayamamışken bile hayatın hiç de kolay olmayabileceğine dair bir sezgiye sahiptim. Bir çocuk için erken bir uyanış. Geçirdiği kaza ile bedeni sakatlanmış ama bütün ruhu ile hayata direnen bir babanın, hayatı katlanılır kılmak için çırpınan bir annenin, hayatta kalan tek çocuğu örselenmesin diye kendini ona adamış bir anneannenin birlikte hayat mücadelelerine tanık olarak büyümenin bu erken uyanışta payı var elbette. Meraklıydım. Hayatları, hayatı, her şeyi ama her şeyi merak ediyordum, bir an önce öğrenmek istiyordum. Dinliyordum; insan hikayelerini seviyordum. O hikayelerden kendimle ilgili bir şeyler çıkartmaya çalışıyordum. Kim olacaktım, ne olacaktım? Benim hayatım nasıl olacaktı? Sabırsızdım; kendi hayatıma dönüp bakacağım o geleceğe derin bir özlem duyuyordum. Şimdi o gelecekteyim, artık dönüp yaşadığım hayata bakıyorum. Yaptığım seçimlere, attığım adımlara… Yapabildiklerime, yapamadıklarıma… Çocukluk sezgim yıllar içinde bilgiye dönüştü: Hayat hakikaten zor.
Herkesin hayatı gibi benimki de bir roman… Yalnızca bana, bir tek bana ait olamayacak olan, ne yapsam başkalarının hayatlarına dokunacak, bir evden bir sokağa, bir sokaktan bir mahalleye, oradan bir diğerine, kente, başka kentlere, bir ülkeye, dünyaya değecek olan bir roman… Çok katmanlı, çok odaklı, çok insanlı bir anlatı… Hayatın dokuduğu ağın neredeyse görünmez, ipeksi iplikçikleriyle birbirlerine bağlanmış insanlar, mekanlar, zamanlar… Anılarımla başkalarının anılarını birbirine bağlayan o ağ olmasa, o anı bana ait olur mu? Kendi hayatım kadar bana anlatılan, tanık olduğum başka hayatları da düşündükçe uzak sandığımın yakınlığıyla büyüleniyorum. Bir zamanlar yanı başımdayken artık yalnızca uzak hayalleriyle avunmak zorunda olduğum eski dostlar kadar hiç tanışmadığım insanların yaşadıklarına beni bağlayan hayatı seviyorum. Bir umudun, bir idealin, bir arzunun, bir dileğin ortaklığında tanışmasam bile dostum diyebildiğim bütün o insanları seviyorum. Farklarımız kendimi onlara bağlı hissetmeme engel değil. Ortak bir ideale bağlanmak, ille de bir benzerliği dayatmıyor.
Politikaya ilgim de çocukluğumdan gelir. Gelen her misafirle Türkiye’nin A’dan Z’ye her sorununun sil baştan tartışıldığı bir evde büyüdüm. Kendimi bilmezken zamane politikacılarının isimlerini biliyordum! Ülkenin ekonomik sıkıntısı evimizin sıkıntısıydı; politik bunalımlar bizim evi sanki herkesin evinden önce etkiliyordu. Duman altı salonumuzda sorunların nedenleri tartışılıyor, neredeyse politika kurumu baştan inşa ediliyordu. 1960 darbesinin üzerinden birkaç yıl geçmişti. Yeni bir anayasayla yönetiliyordu ülke. Demokrasiden çokça bahsediliyordu. Hakkında binbir rivayet olan bir şeydi bu demokrasi. Anneannemin “muz”u gibi. Yozgat’ta o zamanlar muzu bilmezlermiş. Dedem ilk kez muz alıp eve getirdiğinde anneannem yiyip yememekte tereddüt etmiş. Ne de olsa bilmediği bir şey! Dedem demiş ki, “Bak buna muz deniyor da sen neye benzetirsen tadı öyle olur. Hadi çekinme, bakıver tadına”. Anneannem de yerken salatalık tadı almışmış! Demokrasi de öyle tadı pek bilinmeyen, pek aşina olunmayan bir meyve gibiydi. Muz gibi egzotik bir şey işte. Herkes istekle demokratikleşmesini istiyordu ülkenin de bu nasıl yapılacaktı bilen yoktu sanki. Bazıları çok biliyor gibi görünüyordu sadece. Bir kere halkımız hazır mıydı ki? Herkes oy veriyordu da bilinçli miydi bunlar? Ülkenin o zamanki başbakanının lakabı çobandı, halk ise hâlâ eğitimsiz bir sürü! Eğitim şarttı. Önce eğitilmeliydik ki demokrasiyi içimize sindirebilelim.
O gün bu gündür şu halkımıza “gerçek demokrasiyi” bir türlü öğretemediğimizi düşünenlerin sayısı hiç azalmadı. Hatta çoğunluğu kimseye kaptırmadı bunlar. Halkı sürü gibi görenlerin bir kısmı iktidarda. Ne yapsalar herkesin kuzu kuzu kabulleneceğine ikna olmuşlar. Ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. Tanzim işportaların önünde icraattan memnun kuyruğa girenlerin, Afrin’de atılan mermilerin fiyatı kafalarına kakılanların, enkaz altında şehit ilan edilenlerin, her şeye rağmen kendilerine oy verecek bir sürü olduğunu düşünmeseler iktidar etme biçimleri farklı olurdu herhalde. Ama bir yandan da muhalefetin seçkinci dilini eleştiriyorlar. Halkın cehaletinden dem vuranlara saldırıp duruyorlar. Bu seçkinci dil de pek yabancımız değil. Bu dille eğitimsiz kitleleri hedef alanlar sosyal medyadan kendilerini haklı çıkaracağını umdukları videolar paylaşıyor, o videolarda iktidara minnet bildirenleri alaya alıyorlar. Al birini vur öbürüne. Aynı zihniyetin farklı tezahürleri.
Bu alaycı takımdan bazı aklı evveller, şimdi de AKP iktidarını destekleyenlerin, 16 Nisan referandumunda “evet” diyenlerin çoğunlukla 65 yaş üstü yurttaşlardan oluştuğunu gösteren bir istatistik paylaşıp bu yaş grubundakilerin gençlerin hayatı üzerinde oylarıyla belirleyici olmalarını engelleyebilmek için seçme ve seçilme hakkından mahrum bırakılmaları gerektiğini tartışıyorlar. Bunu felsefi bir zeminde tartışmak lazımmış! Demokrasi adına totaliter bir mantığın işe koşulduğu yeni bir zırva. Hayatı yadsımanın bir başka formu. Daha neler göreceğiz bakalım.