Toplumsal süreçleri anlamak için kullanılan bir analiz çerçevesi güncel olgular ve gelişmeler karşısında açıklama gücünü yitirmişse ve olgusal ve yöntemsel olarak bilimsel temelde eleştirilmişse ya bu açıklama çerçevesini düzeltmek, geliştirmek ya da terk etmek gerekir. Bunlar yapılmıyor, ve bu analiz çerçevesi olduğu gibi bugünün dünyasını anlamakta kullanılmaya devam ediyorsa burada artık bir “dogmanın” ya da önkabulün varlığından söz edilebilir. Bahsettiğim bu önkabul temel olarak şunu içeriyor: Türkiye toplumundaki siyasal gelişmeler ve çatışmalar modernleşmeci seküler merkez ile muhafazakâr/mütedeyyin çevre “ayrığından” temellenen ve bir türlü aşılamayan tarihsel bir kültür savaşının, kulturkampf’ın yansıma alanından ibarettir. Buna göre, Türkiye’deki siyasal aktörler esasında farklı kültürel fay hatlarıyla ayrışan cephelerin temsilcileridirler; ya da öyle olmak zorunda kalırlar. Bu cepheler değişen koşullarla, gelişmelerle çeşitlenebilir; ama siyasal mücadele en nihayetinde bu kaçınılmaz kültürel ayrığın belirlenimi altındadır.
Bu ana paradigma her ne kadar bugüne kadar köklü bir şekilde akademik yazında eleştirilmiş olsa da bir zihniyet kalıbı olarak gündelik siyasetin yorumlanmasında ve hatta siyasal aktörlerin “taktiksel açılımlarında” bir referans noktası olarak işleyebiliyor. Örneğin, akademisyenden gazeteciye kadar pek çok kişi Türkiye’de bazı sosyolojilerin(!) varlığından bahsediyor. “Laik sosyoloji karşısında dindar/muhafazakâr sosyoloji”, “Gezi sosyolojisi” karşısında “AKP sosyolojisi” gibi. Buna göre “laik sosyoloji” kültürel değerler ve semboller açısından ortak-sabit siyasal refleksler gösteren blok bir kültürel cemaate denk düşüyor ve karşısındaki “otantik” kültürel değerler ve inançlar üzerinden hayatlarını biçimlendiren “muhafazakâr sosyolojiyle” tarihsel bir gerilim yaşıyor. “Sosyoloji” yerine “mahalle” ifadesini kullananlar da var, ama ilki daha bilimsel “çınladığından” son dönemlerde daha fazla tercih ediliyor. İster mahalle, ister “sosyoloji”, ister kültürel kamp ifadesi kullanılsın tüm bu yaklaşımlar ülkedeki siyasal/ideolojik mücadeleleri birbirine uzak farklı kültürel grupların bitmek bilmeyen çekişmesine indirgemekte ortaklaşıyorlar.
Bugün bu tür yaklaşımlara birer analiz hatası deyip geçmek mümkün değil; çünkü son dönemlerde gördüğümüz gibi “kültür savaşları” varsayımı ana muhalefettekiler de dahil olmak üzere aktörlerin seçim stratejilerini, kullandıkları dili vs. yapılandıracak derecede etkili olabiliyor. Bu açıdan “kültür savaşı/ayrımı” bir ideolojiye de denk düşüyor: toplumsal ve siyasal mücadele sahasındaki maddi tahakküm/iktidar ilişkilerinin karmaşık yapısını bir değerler çatışmasına indirgeyerek, onu “kültürelleştiren” bir ideoloji.
Kültür savaşları tezinin üzerine kültürel bir şal örttüğü siyasal ve toplumsal sahanın altında hangi ilişkiler yer alıyor? Yani kulturkampf neyi gizliyor? Evvela ülkedeki sınıf ilişkilerini gizliyor. Seküler-muhafazakar ayrıklığı üzerine kurulu bir siyasi tarih anlatısında sınıf mücadeleleri ya “yok” addediliyor, ya da kültürel mücadelenin kıyısında köşesinde zaman zaman arızi olarak ortaya çıkan, kültürel olan tarafından yutulmaya mahkûm bir anomali olarak ele alınıyor. Veyahut sınıf siyaseti ve özel olarak da sol/sosyalist siyaset aslında seküler kültürel itirazın bir veçhesi, kanalı olarak kodlanıyor. Bunun yanı sıra kültür savaşları anlatısı siyaset sahasında ortaya çıkan değişimleri ülke içerisindeki kadim bir kültürel gerilime indirgeyerek, küresel düzeydeki siyasal ve ideolojik eğilimlerin/akımların ve emperyalist güç ilişkilerinin ülke siyasetine yansımalarını görmezden geliyor.
Kültür savaşı anlatısı, bir kültürel yarılmanın varlığını ve bununla şekillenmiş “kimlikleri” toplumun kendiliğinden hali varsayarak, iktidar stratejisini bu kimlikler üzerine kuran ve böylelikle de bu kimliklerin “inşasında” rol alan siyasal güçlerin etkisini, onların hegemonya stratejilerini de görmeyi engelliyor. Yani bahsedilen kültürel kodları ya da bunlar ekseninde yürüyen çatışmaları verili birer “analiz kategorisi” kabul edilerek bunların güç mücadelesi içerisindeki aktörler tarafından inşa edilmişliği ve sentetik karakteri üzerinde düşünmeyi mümkün kılmıyor.
Kültür savaşının “muhafazakâr-dindar” kanadında olduğu varsayılan insanların siyasetten beklentilerinin yalnızca kendi değer, inanç ve sembollerinin temsil edilmesi olduğunu varsayarak onların sınıfsal bir ortaklık zemininde başka bir politik öznelliğin parçası olma ihtimaline kapıları baştan kapatıyor.
Türkiye’nin ezici çoğunluğunun kendisini ait hissettiği ve egemen ideolojinin harcını oluşturan Sünni-muhafazakâr değerleri kültürel kutbun bir tarafına, bunun dışındaki inançları ya da inançsızlığı diğer tarafına yerleştirerek ikisi arasında “eşitler” mücadelesi yürüyormuşçasına, birincisinin ikincisi üzerinde tarihsel olarak bir ideolojik baskı aracı olarak kullanılmasını, buradaki asimetrik ilişkiyi görmezden geliyor.
Taleplerini bu “kültür savaşları” cephesinin içerisine sıkıştırmayarak sosyal adalet ve eşit yurttaşlık gibi evrensel temalar üzerinden dile getiren insanları, bu temeldeki siyasi projeleri kültürel kutuplaşmanın taraflarından birisi olarak kodlamak suretiyle onların sahip oldukları etik-politik zeminin bütünleştirici ve özgürleştirici potansiyelini ve böyle de üstünlüğünü temsil etmeyi imkânsız kılıyor.
Bir bütün olarak bakıldığında bu kültür savaşı tezi aslında modern tarihimizin içerisinde siyaset sahnesinin kurucu toplumsal dinamiği olarak işçi sınıfının ve sermaye sınıfının varlığını, sermaye içindeki farklı fraksiyonların arasındaki ilişkilerin etkilerini analiz çerçevesinin dışında bırakıyor. İdeolojik alanın unsurları olarak İslamcılığın, anti-komünizmin, sosyalist hareketlerin, Kürt hareketinin, milliyetçiliğin, faşizmin vs. Türkiye siyasetindeki taşıyıcılarını, yerlerini ve bunların toplumsal etkilerini belirlemeyi mümkün kılmıyor. Toplumsal ve ideolojik sahadaki bu kadar karmaşık aktörleri, ilişkileri ve mücadeleleri asırlardır yürümekte olan “kültürel kutuplaşmanın” yan öğeleri, gölge fenomenleri statüsüne indirgiyor.
Bu kültür savaşları/kutuplaşma perspektifi benimsendiğinde muhalif siyasetin şunları yapmaktan başka şansı yokmuş gibi gözüküyor: Kutuplaşmanın bir tarafı dolduğu addedilen “dindar/muhafazakâr mahalle” daha kalabalık olduğundan onları temsil eden AKP-MHP iktidarının yerinden edilmesi için muhakkak ki o mahalleye nüfuz etmek, onların oylarını almak lazımdır. Bu da seküler kültürel hassasiyetlerin bir uzantısı olarak görülen eşit yurttaşlık, özgürlük ve adalet gibi evrensel arayışları dinsel, geleneksel ve milli hassasiyetlerle birleştirmeyi, yani “muhafazakâr mahalleye” girebilmek için bulunulan konumdan biraz sağa doğru kaymayı gerektirir!
Türkiye’de toplumun çok geniş kesimlerinin yaşanmakta olan çöküntü karşısında adalet ve yeni bir başlangıç arayışı içerisinde olduğu bir dönemde siyaset alanını kültürelleştirmek, siyasal mücadeleyi “kültürel jestlerle” oy arttırmaya indirgemek politikanın dönüştürücü ve özgürleştirici potansiyelini görünmez kılıyor, sakatlıyor.
Halbuki, toplumdaki adalet taleplerini eşitlikçi-özgürlükçü bir siyasal program ve yeni bir dil etrafında bütünleştiren ve bu adalet arayışındaki insanları kolektif bir mücadelenin parçası haline getiren “politika” kültürel ayrımların niteliğini değiştirebilir; bu ayrımları önemsizleştirebilir. Politika, gerçek tahakküm ilişkilerini yerinden etmeye yönelik bir kolektif eylem olarak düşünüldüğünde hiç değişmez sanılan zihniyet kalıplarını, önyargıları dönüştürebilir. Yani sahici bir politika, iddia edilenin tersine kültürel alan tarafından belirlenmek yerine, kültürel/ideolojik sahanın koordinatlarını değiştirecek güce sahip olabilir. Türkiye tarihinde politikanın “kültürel olan” üzerindeki bu gücünü görmek isteyenlerin 1961-1970 ve 1970-1980 kesitlerinde sol “politikanın” gündelik hayatın her alanında ve insan ilişkilerinde tetiklediği sarsıcı ve hızlı dönüşüme bakmaları yeterli olacaktır.