Türkiye'de laiklik ve laikliğin algılatılan 'krizi'
Önümüzde bir referandum süreci var ve "evet" çıkması durumunun sonrasında yaşanacak tüm olumsuz icraatların, sonuçların bir arada düşünülmesi laiklik ile ilgili kaygıları derinleştirmeye yetiyor. O zaman da tam tamına anlaşılacak ki; IŞİD'e hacet kalmadan, İslamcılarla laik Türkler arasındaki tansiyonu yükselten asıl aktör, şimdiki ve bir süre sonra oluşacak yeni rejimdir.
Hatice Özhan
Türkiye'nin "köklü" bir rejim değişikliğine doğru, bir kaos ortamı içerisinde gittiği bir dönem içerisinden geçiyoruz. Rejim değişikliğinin, kendi hayırlarına olmadığına inanan toplumun değişik katmanlarından yükselen "Hayır" itirazlarına rağmen mecliste, değişiklik için tartışmalı bir mesai geçirildi. Bu mesainin, zaten kontrolsüzce kullanılan devlet tekelindeki şiddeti arttırmaya hizmet ettiğine şüphe yok.
Toplumun değişik katmanlarının ellerinden alınarak "Tekelin" avucuna ve insafına bırakılan hak ve özgürlükler savunucularıyla birlikte, "tekele" eklemlenmeye razı geldikleri güne dek devlet erkinin güç sandığına hapsedilmişlerdir. Bu sandığa hapsedilen olgulardan biri de; bir ideoloji şeklinde Türkiye'deki varlığını koruyarak gelen din tehlikesinin gölgesinde olan Laiklik ve laikliğin 'modus vivendi'sidir.
Laiklik, Türkiye'de hem kuramsal açıdan, hem de yönetsel anlamda tartışılan konuların başında gelir şüphesiz. Devlet erki tarafından korunur şekilde görülen ama nedense devletin bizatihi kendisince yasal müdahalelere uğrayarak toplum nazarında dejenere olmuş bir görüntüye büründürülen laikliğin sürekli bir operasyona tabi tutulmasının temelinde, dinin siyasi partilerce siyasileştirilmesi vardır. Siyasi partilerin seçmenleriyle aralarındaki kontağı güçlü kurmanın en birinci aracı olan din ve din temelinde geliştirilen demagogluğun vardığı nokta laikliğin "din elden gidiyor" klişesiyle toplumda bir öcü olarak gösterilmesiydi. İslam kimliği ve söylemi taşıyan siyasi partilerce siyasileştirilen dine sağlatılan kamusal alan hakimiyetiyle toplumun İslami kesiminde oluşan hoyratlık, bu kesimin dışlayıcı, ötekileştirici ve ben-merkezci bir dili daha da çok benimsemesine yol açmıştır. Böylelikle de bu pejorativ durumun yeniden üretiminden varlık ve nüfuz oluşturan siyasal kesimler için bu durum bir aparat vazifesi görmüştür. Çünkü Türkiye'de Türk siyaseti ile din arasındaki bağ doğrudan ya da dolaylı olması fark etmeksizin, ihtimale yer bırakmayacak kadar güçlüdür, süreklidir. Çok partili meclis sistemine geçilen 1945'ten günümüze dek bu ilişki laikliğin süngüsünü çekmek üzere olagelmiştir. Böyle olunca da Türkiye'de laiklik anlayışı, devletin farklı dini yorumlar karşısında tarafsız olmasını değil, bir dini yorumu aktif şekilde öne çıkarmasını ve devletin dini alana müdahalesini getirmiştir. 2002'de siyaset sahnesine çıkarken kendisini muhafazakar demokrat olarak tanımlayan Erdoğan liderliğindeki AKP laiklik tartışmalarında, devletin dini alana müdahale etmediği ılımlı bir laiklik anlayışı olan Anglo-Sakson anlayışı savunuyordu. Erdoğan'ın, bir takım konuşmalarında kendisinin laiklik anlayışı ile ilgili sözleri, kendisinin laik biri olmadığı ama devletin laik olmasını desteklediği şeklindeydi. Bu cenahın laikliğe ilişkin oportünist yaklaşımının tezahürünün parti programındaki yansımasının bir kısmı ise şöyleydi;
"Partimiz, dinî insanlığın en önemli kurumlarından biri, laikliği ise demokrasinin vazgeçilmez şartı, din ve vicdan hürriyetinin teminatı olarak görür. Laikliğin, din düşmanlığı şeklinde yorumlanmasına ve örselenmesine karşıdır". Ve yine izleyen maddede, "Esasen laiklik, her türlü din ve inanç mensuplarının ibadetlerini rahatça icra etmelerini, dinî kanaatlerini açıklayıp bu doğrultuda tanzim etmelerini sağlar. Bu bakımdan laiklik, özgürlük ve toplumsal barış ilkesidir."
'Demokrasinin vazgeçilmez şartı' demek olan laikliğin, aşırı milliyetçi ve İslami söylemlere kayan AKP'nin elinde son nefesini verdiğini görüyoruz. Müslümanlığı bir üst kimlik olarak yorumlayan, ulusal düzeyde ise ümmetçi olan AKP, siyasal ve toplumsal alanda belirli bir güç kazanmak ve onu korumak amacıyla İslam üst kimliğine milli boyutu seferber ederek ideolojisini sağlamlaştırma yoluna şiddetli bir şekilde girmiştir. Özellikle de dinin Ortadoğu'da daha da artan ve dünyada ise yükselen etkisi ile birlikte düşünüldüğünde, şekillenişini Türk-İslam sentezi ekseninde sağlayan Türkiye toplumunun keskinliği AKP mühendisliğiyle daha da keskinleşiyor. Din eksenli örgütlerin kimlik iddialarını ve siyasete ilişkin taleplerini ciddi pratik boyutlara taşıdıkları günümüzde, hem ulusal politikada hem de dünya politikasında bir soruna dönüşmüşlerken toplumun mevcut keskinliği bu durumu bir sorun olarak görmeyip tersine arka çıkılacak/sahiplenilecek bir durum olarak görmekte. Bu durum da siyasileştirilmiş dinin yeniden yükselişi önünde ciddi bir toplumsal baskının oluşmasını engelleyip, laikliğin köktencilik vb gibi tehlikeler karşısındaki koruyucu bir değer oluşunu görünmezleştiriyor. Dinin yükselişi karşısında yenilgiye uğrayan sekülerleşmenin kadük kaldığına dair bir algı oluşmasına zemin vermekle birlikte, sekülerleşme kuramı konusunda yürütülen tartışmalar ekseninde onun sorunları çözmek yerine sorun üreten bir yapıya sahip olduğuna dair eleştirileri de haksız bir şekilde doğrulattığı sonucu da doğurtuyor. Halbuki dinin zayıflamak yerine güçlenmesi kaynağını sekülerizmin sorunlu doğasından ve iddia edilen müdahaleciliğinden değil de siyasetin ve siyasetçilerin referans noktasına dini almasından ileri gelir. Türkiye gibi siyasetini din ve ırk orijini üzerine oturtan, bireylerin siyasileştirilmiş dini kimliğini "modern vatandaşlık" kavramına alternatif ve hatta üstünde tuttuğu ulus-devletlerde laiklik "krizi" kaçınılmazdır. Hal böyle olunca da toplum nazarında laiklik kadük bir olgu olarak yer edinirken, siyasal erk tarafından da bu krizin çözümü laikliğin pratik ve olumlu yansımalarının ortadan kaldırılması ile sağlanılır. Bugün Türkiye'de karşılaşılan bir 'Modus vivendi' müdahaleciliği bu durumun bir sonucudur. Toplumun değişik katmanlarında görülen, korku atmosferi nedeniyle sesli bir itiraz eylemine dökülemeyen yaşam tarzlarının tehlike altında olduğuna dair kaygı ve güçlü bir kânı var. Reina saldırısı bu konunun acı bir örneği...
Yılın ilk saatlerinde İstanbul Ortaköy'deki gece kulübü Reina'ya düzenlenen ve 39 kişinin hayatını kaybettiği saldırı 'yaşam tarzı'na yönelik bir saldırı olarak kamuoyunun "tarz sahibi" geniş bir kesiminde yorumunu buldu. Dış basınının yorumu da bu yöndeydi.
‘IŞİD Türkiye’deki İslamcılarla laik Türkler arasındaki tansiyonu yükseltmek istedi’ şeklindeki bir yazıda,
“IŞİD’in 2015 yılındaki saldırıları Kürt militanlar ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasındaki savaşı fitillemişti. İkinci dalga saldırılar turistleri korkutup kaçırdı. Ünlü isimlerin yabancılar ve zengin elitlerle birlikte dans edip içki içtiği bir mekanı hedef alan en son saldırı ise İslamcılarla, birçoğunun tutuculuğu artırdığı gerekçesiyle İslamcı yanlısı hükümeti suçladığı laik Türkler arasındaki tansiyonu yükseltti.” yorumu "iç göz"ün yorumunu da dile getirici bir özellikte.
Bu yöndeki kaygı hiç bitmeyeceğe benziyor. Önümüzde bir referandum süreci var ve "evet" çıkması durumunun sonrasında yaşanacak tüm olumsuz icraatların, sonuçların bir arada düşünülmesi laiklik ile ilgili kaygıları derinleştirmeye yetiyor. O zaman da tam tamına anlaşılacak ki; IŞİD'e hacet kalmadan, İslamcılarla laik Türkler arasındaki tansiyonu yükselten asıl aktör, şimdiki ve bir süre sonra oluşacak yeni rejimdir. HAYIR'lara vesile olsun...