Türkiye’de muhalif olmak

Son on yılda yaşananlar ne kadar zorlu ve acı dolu olursa olsun, bir öğrenme sürecini tetiklediği aşikar. Bu öğrenme sürecinin en önemli çıktısı kolektif eylemliliğin haksız uygulamalar karşısında en güçlü baskı aracı olduğu. İkinci bir çıktı da örgütlü toplum inşasında bilgi akışlarının en az insan kaynağı kadar merkezi bir yerde durması.

Aslıhan Aykaç aslihanaykac@gmail.com

Seçimler bitti, meclisteki sandalye dağılımı ortaya çıktı, yeminler edildi –hiçbir gerekçesi olmadan hapiste tutulan Can Atalay hariç- ve meclis işleyişi olağan seyrine döndü. Yeni hükümetin kabinesi ve yapılan atamalar kısmi bir vizyon değişikliğine işaret etse de AKP iktidarının yapısal düzeyde tanımlayıcı unsurlarını koruduğunu söylemek mümkün. Mehmet Şimşek’in yeniden kabinede yer alması, Hakan Fidan ve İbrahim Kalın’ın görev değişikliği politika yapımında işbölümünün ötesinde bir değişikliğe, örneğin iktidarın Batıyla ilişkilerini iyileştireceğine ya da daha rasyonel ekonomi yönetimi, daha etkin dış ilişkiler ile sonuçlanacağı anlamına gelmeyebilir. Cumhurbaşkanının en yakın çevresi olarak tanımlanabilecek bu isimler ekonomide, uluslararası ilişkilerde ve siyasi çevrelerde birer kalkan görevi de görecek, karşıt güçlerin siyasi istikrara yönelik etkisini baskılayacaktır. Sonuç olarak iktidar cephesinde yeni bir şey yok, AKP tazelenmiş bir biçimde işine bakarken muhalefetin ne durumda olduğu ise merak konusu.

ARADIĞINIZ MUHALEFET PARTİSİNE ŞU ANDA ULAŞILAMIYOR

Seçim sonuçları resmi olarak açıklandığından beri tercihini değişimden yanan kullananlar, farklı siyasi görüşlerden gelmesine rağmen “birleşe birleşe kazanma” hedefine dahil olanlar hayal kırıklığı yaşıyor. Muhalefetten, ama özellikle muhalefet bloğunun öncülüğünü yapan CHP’den beklenen açıklama, özeleştiri, sorumluluk alma ve elbette istifa adımları gelmedikçe bu hayal kırıklığı derinleşiyor. Selahattin Demirtaş seçimlerden hemen sonra ArtıGerçek’te yazdığı analiz metni ve aktif siyaseti bırakma çıkışıyla sonuçlara en hızlı ve sağduyulu tepkiyi veren isim oldu. Altılı Masa genel olarak sessizlik ve savunmacı söylemlerle seçim yenilgisini geçiştirdi. Meral Akşener’in Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik uyarılar içeren demeci, Aytun Çıray’ın İYİ Parti’den istifası, Davutoğlu ve Babacan’ın temennileri ve konuşmalarındaki ahlak vurgusu muhalif seçmenin içini soğutmaya yetmedi. Çünkü asıl beklenti CHP’nin yalnızca Kılıçdaroğlu ile değil bütün bir örgüt olarak seçim süreciyle ilgili sorumluluk almasıydı. Ama ne yazık ki bir kişi de çıkıp, “Yanlış yaptık, örgütlenemedik. Anadolu’ya kendimizi duyuramadık. Sandıklara sahip çıkamadık, seçim günü için zamanında etkin hazırlanamadık.” demedi, başarısızlığın sorumluluğunu almadı. Onursal Adıgüzel istifa etmedi, ettirildi. MYK üyeleri kendileri inisiyatif almadı, istifaları istendi. Belki başka şeyler yaşandı, ama parti yapısı şeffaf ve demokratik olmadığı için bunlar seçmene yansımadı. Seçimin birinci turundan sonra sivil halk seçime partiden daha fazla sahip çıktı. Müşahit olanlar, sandık görevlisi olanlar, yaşlı seçmenleri sandığa taşımaya çalışanlar, sandıklarının başına giden seçmenler görmezden gelinen, oysa çok kıymetli bir emek harcadı. Bütün bunlar partiyle seçmen arasında ciddi bir iletişim sorunu olduğunu, partinin gerek işleyiş, gerek adaylık, gerekse kazanma iradesi konusunda ikna edici olmadığını, parti ve seçmenleri arasında bir uyum sorunu olduğunu gösteriyor. Muhalefet böyle davranarak on ay sonra gerçekleşecek olan yerel seçimlerde de kayıpla karşılaşma riskini artırıyor.

Türkiye’de muhalefetin durumunu doğru kavrayabilmek için öncelikle doğru kavramsal tanımlamalara ihtiyacımız var. Türkiye artık uluslararası sınıflandırmalarda demokratik bir ülke kategorisinde yer almıyor. Burada Juan Linz’in Totaliter ve Otoriter Rejimler kitabını, kitapta bu iki seçeneğin ve alt kategorilerinin yanı sıra sultanlık rejimlerine de vurgu yaptığını bir kere daha anmakta fayda var. Son birkaç aydır yaşadıklarımızı son on yılın birikimi ve siyasi dönüşümü çerçevesinde değerlendirmek demokratik varsayımlar ve beklentilerle düşünmekten daha gerçekçi olacaktır.

Otoriter sistemlerde iktidar değişikliği oldukça zordur. Bunun en önemli nedeni iktidarın devletin fiziki, maddi ve insan kaynaklarını kendi çıkarlarına uygun bir biçimde harekete geçirme imkanına sahip olmasıdır. İkinci bir nedeni ise hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığının çoğulcu bir demokratik işleyişe izin vermeyecek biçimde manipüle edilmiş olmasıdır. Örneğin siyasi yasaklar, seçim sistemine ve seçim güvenliğine yönelik müdahaleler, terörle mücadele adı altında muhalif güçlerin baskılanması hukuki araçların da iktidarın çıkarına hizmet edecek biçimde düzenlenmesine örnektir. İktidar değişikliğini zorlaştıran bir başka unsur ise siyasette dördüncü kuvvet olarak değerlendirilen medyanın bağımsızlığı ve bilgi akışlarının özgür ve tarafsız olmasıdır. Türkiye’de medya bir taraftan siyasi otoritenin, diğer taraftan tekelci sermayenin güdümünde. Bağımsız medya kuruluşları ya da haber kaynakları sıklıkla foncu, ajan, dış mihrakların oyuncağı olmakla yaftalanıyor. Bunların dışında bir de yalan haber, montaj videolar, algı operasyonları gibi post-truth unsurlar sıradan vatandaşın doğru habere ulaşmasını zorlaştırıyor. Son seçimlerde de öne çıkan Kılıçdaroğlu-Karayılan montaj videosu, Murat Kurum’un inanması güç “Montaj olmasının bir önemi yok.” çıkışı tam da bu duruma denk düşüyor. Bütün bu zorluklar ve hatta daha fazlası kabul edilmekle birlikte, muhalefet gerçekten bu nedenler yüzünden mi kaybediyor? Tüm muhalif bileşenlerinin, bileşmeyenlerin ama değişim isteyenlerin üzerinde durması gereken asıl soru bu.

MUHALİFLER CHP’YE MECBUR MU?

Otoriter rejimlerde iktidarı değiştirmek için güçlü bir parti yapısına ihtiyaç var. Bunun için öncelikle güçlü parti ifadesinden ne anladığımızı tanımlamamız gerekir. Adrienne LeBas’ın Afrika’daki demokratikleşme ve parti inşası üzerinde yaptığı çalışma “güçlü parti” kavramını temel göstergelerle açıklıyor. Güçlü partiler örgütsel nitelikleri açısından temsil ettikleri kesimlerle istikrarlı ve kurumsallaşmış bağlar kurar. Bu bağlar yerel örgütlenmeler, parti şubeleri biçiminde de olabilir, partiyle organik bağı olan sendikalar veya sivil toplum kuruluşları aracılığıyla da yürütülebilir. Örgütsel yapıları parti içi çatışmaları bertaraf etmek ve uzlaşı sağlamak için demokratik bir iç mekanizmaya dayanır. Güçlü partilerin gücü liderlerinden değil, parti örgütünden gelir. Güçlü partiler hem maddi kaynaklar hem de insan kaynağı açısından etkin bir örgütlenmeye sahiptir; bu kaynakları kullanarak yayın organları aracılığıyla kitlelerine ulaşırlar. Bütün bunların çıktısı olarak güçlü partiler, yüksek üye sayısına, partizan bir sadakate, uzun bir geçmişe ve tabii ki seçim başarısına dayalı partilerdir. Sonuç olarak güçlü partiler, toplumsal kökleri olan, toplumla bağ kuran partilerdir.

Bütün bu göstergelere baktığımızda CHP’nin örgütsel yapısında köklü bağlar değil, köklü sorunlar olduğunu görüyoruz. Parti içi demokrasiden çok parti içi klikler mevcut. CHP tarihi boyunca elitist olmakla eleştirilen, örgütsel ağını ne yazık ki ülkenin belli bir kesiminde yoğunlaştıran, bu nedenle toplumsal kökleri saçaklanmamış, yumru halinde kalmış bir parti. Sendikalar ve sivil toplum örgütleriyle bağı bu kökleri beslemekten çok partiyi beslemeye dönmüş, karşılıklı işbirliği yaratamamış. Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçim sonrasındaki tavrının da gösterdiği, CHP’de kemikleşmiş lider kültünü devam ettirdiği. Yüz yıllık partide ancak yedi kişi başkan olabilmiş. Gençliğimizi Deniz Baykal, orta yaşımızı Kemal Kılıçdaroğlu’yla geçirmişiz, yaşlılığımız da Oğuz Kaan Salıcı’ya kalacak gibi görünüyor. Diğer göstergelere bakacak olursak, CHP’nin uzun bir geçmişi, partizan bir kitlesi var, ama yeni kuşakla bağ kurmak için MYK’yı değil zihniyeti değiştirmek gerekiyor. CHP’nin sadık kitlesi deyince akla İzmirli Kemalist teyzelerden başka kim geliyor? TikTok’a girmek çok tatlı, ama günün sonunda gençler de vaatlerin inandırıcılığına, oy verecekleri örgütün kapasitesine bakıyor. Maalesef ki CHP, toplumsal köklerini tazeleme konusunda sorun yaşıyor.

SİSTEMİN DIŞINDAKİLER İÇİN ALTERNATİF STRATEJİLER

Durumundan memnun olmayan muhaliflerin ne CHP’ye ne de parlamento temsiline ne de ittifaklara ihtiyacı var. Son on yılda yaşananlar ne kadar zorlu ve acı dolu olursa olsun, bir öğrenme sürecini tetiklediği aşikar. Bu öğrenme sürecinin en önemli çıktısı kolektif eylemliliğin haksız uygulamalar karşısında en güçlü baskı aracı olduğu. İkinci bir çıktı da örgütlü toplum inşasında bilgi akışlarının en az insan kaynağı kadar merkezi bir yerde durması. Son olarak, geleneksel siyasetin dışındaki örgütlenme biçimleri tepeden inme ve bahşedilmiş bir haklar çerçevesine karşı tabandan gelen ve toplumsal talepleri tabanın diliyle, tabanın eylemiyle hayata geçiriyor. Direniş hikayeleri Bergama’dan Gezi’ye, Kaz Dağları’ndan Cerattepe’ye yankılanıyor, toplumsal muhalefetin varlığına kanıt, geleceğe umut oluyor.

Tüm yazılarını göster