Şener Şen ve Cem Yılmaz’ın başrollerini paylaştığı Av Mevsimi filminin bir sahnesinde, Şen’in oynadığı babacan komiser, cinayet masasına yeni gelen çaylak polise, üniversite geçmişini sorar. Okan Yalabık’ın oynadığı çaylak polis de, antropolog olduğunu ve “Batı Kültürü’nün Özgün Bir Ürünü Olarak Seri Cinayetler” konusunda yüksek lisans yaptığı için cinayet masasına geldiğini ve Türkiye’de neden seri katil olmadığını merak edip araştırdığını anlatır. Cinayetin bıçkın komiserini oynayan Cem Yılmaz da, “bunu bilmek için okumaya mı gerek var, bize sorsaydın söylerdik..” der, kamera bir süre Cem Yılmaz’ın ağzına bakanlara bakar sonra fade out…
Tabldot medya elbette başta tiraj kaygısıyla, birden fazla cinayet işleyen herkesi seri katil ilan etmeye eğilimli. Bu konuda, Türkiye’de, bildiğim kadarıyla akademik bir çalışma yok ama kimi gazetecilik araştırmaları yapıldı, bunlardan bazıları kitaplaştırıldı. Uzmanlara göre ise Türkiye’de seri katil sayılabilecek kişilerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Bu bakımdan filmdeki çaylak cinayetcinin sorusu hala önemli bir soru olarak ortada duruyor ve üzerinde düşünülmeyi hak ediyor.
Boş vakitlerimde, üzerine düşünmeyi sevdiğim bu soruyu zaman içinde; Türkiye’de neden burjuva(zi) yok, neden bilim insanı yok[1] (yani herhangi bir bilimsel disiplinde çığır açmış) neden hukuk yok gibi başka sorularla çeşitlendirmeye çalışınca bu soruların cevaplarının ortak değilse bile tevarüs ettikleri yerin birbirleriyle bağlantılı olduğunu düşünmeye başladım.
Türkiye’ye geçmeden önce, seri katil ne değildir ve nedir buna bakalım.
Seri katil çok insan öldürmüş kişi değildir, örneğin Yaşar Kemal’e göre, binden fazla insan öldürdüğü bilinen Çakıcı Efe seri katil değildir, ya da Sovyet ordusunda görevli iken 500’e yakın (bunlardan 309’u kayıtlı) naziyi öldürdüğü bilinen Lyudmila Pavlichenko seri katil değildir ya da Türk seri katiller arasında sayılan 43 kişiyi öldürdüğü bilinen Abdullah Palaz (Antep Canavarı) seri katil değildirler. Bu kişilerin işledikleri cinayetler, onların psikolojik patolojilerinden ziyade, icra ettikleri mesleğin doğrudan sonuçları ya da yan etkileridir.
Yani bir seri katil cinayeti ile bir mafya üyesinin cinayetini ayıran şey arkasındaki motivasyondur.
Seri katil, belirli bir takıntı ve bu takıntının tecessüm ettiği fetiş nesneler/organlar/uzuvlar etrafında cinayetler işleyen kişidir. Bunlar bir öfke ve cinnet nöbetinin sonuçları değil, metodik bir şekilde planlanmış, kimi zaman belirli bir takvime ya da döngüye bağlı (bir şekilde bu fetiş/takıntı ile ilişkili), belirli bir ambiyansın içerisinde kendine has dramaturjisi ve ritüelleri (avlama/ele geçirmeden, işkence ve öldürmeye kadar) olan ayinsel eylemlerdir. Çoğunlukla tecavüz ve işkence seanslarının eşlik ettiği cinayetler, psikopatlar için büyük bir doyum anıdır; zira fetiş objesi bir süreliğine ele geçirilmiş, fetişin aşağılanması ya da kutsanmasıyla, seri katil tanrıyı oynayarak büyük bir haz yaşamıştır. Sonrasında ise soğuma periyodu başlar, yani cinayet ile elde edilen hazzın beyinsel sindirim süreci ve sonrasında yeniden aynı döngünün başlaması.
Metodiklik, cinayetlerin ritüalize edilmesi, cinayetin kurbansallaşıtırılıp eylemin ayinselleştirilmesi, belirli bir ambiyans içinde tanrıyı oynama ve soğuma periyodları…
Hülasa, seri katillik bir motivasyon, bunu besleyen muhtemelen nörolojik bir patoloji de var ama seri katillerle ilgili iki büyük verimiz daha var ve buralar da seri cinayetlerin motivasyonunun yalnızca genetik değil, sosyo-kültürel yapı ve toplumsal cinsiyet işleri ile yakından ilgili olduğunu bize gösteriyor.
Birincisi, dünyada bilinen bütün seri katiller erkek (birkaç kadının da bu kategoriye girebileceğine ilişkin bir tartışma var ama burada üzerinde tartışılan potansiyel seri katil kadın 1-2 kişi) ve bu seri katillerin neredeyse tamamı ABD’de yaşıyor ve geri kalanlar da genellikle diğer G8 ülkelerinin vatandaşları.
Bu verilerin ışığında, şimdi sorumuzu biraz daha açık formüle edebiliriz: Eğer seri katillik nöro-patolojik bir yatkınlığın motive ettiği bir fetişizm hikayesi etrafında tanrıyı oynama saplantısı ise, bu patolojik yatkınlıklar Türkiye gibi azgelişmiş ülkelerde neden tetiklenmiyor ve seri katiller ortaya çıkmıyor?
Benim bu konuya verebileceğim net yanıtlar tabii ki yok ama bir hipotezim var.
Aslında tetikleniyor ama bu nöro-patolojik tetiklenmeyi seri katillik derekesine taşıyacak sosyo-kültürel ve iktisadi bir yapı olmadığı için, seri katil dürtüsü, psikopatlığın daha aşağı aşamalarında, empati yoksunluğu etrafında dönen, küçük suçlar ve kabahatler etrafında takılıyor ve tekâmül edemeden kalıyor.
Başka türlü söylersek, Türkiye gibi azgelişmiş ülkelerde, burjuvaların, bilimin, hukukun, metodolojinin ve toplumun yeterince gelişmediği ülkelerde, semptomatik düzeyde kendisini karşısındakinin yerine koymama eylemlerinde tecessüm eden nöro-patolojik yatkınlıkların motive ettiği girişimler, girişim düzeyinde kalıyor. Yani nasıl ki endüstriyel düzlemde bir KOBİ’ler ülkesiysek, seri katillik düzleminde de KOBİ seri katiller ülkesiyiz.
Teşebbüsleri, planları olan ama önü kapitalizmin gerçek tanrısı hukuk ve sosyal sözleşme etrafında tecessüm etmiş olan toplum tarafından kesilmeyen, dolayısıyla gerçek bir tanrısal hikmet ile karşılaşamadığı için, empati yoksunlukları girişimi olarak kalmış küçük ve orta büyüklükte psikopatlıklar.
Yani, yeterince bastırılsa, kuşatılsa metodikleşerek kendisine akacak bir mecra inşa edecek, kendisini bastırmaya çalışan tanrı karşısında kendi tanrılığını ilan edecek ve bu çatışma alanını kutsayıp kendi ritüellerini inşa ederek, kendi takvimini ve döngüselliğini kuracak olan psikopatlık, doğuştan gelen marazlarını geliştirebileceği bir hukuk ya da toplumsal yapı ile karşılaşmayınca tekâmül edemiyor.
Şimdi burada kurduğum hipotezi bir başka açıdan tekrar kurmak istiyorum. Seri katillik bir fetiş nesnesi etrafında tanrıyı oynamaksa, ritüalistik cinayet ve kutsama/aşağılama bu tek kişilik dinin ibadet biçimidir. Yani her seri katil aslında, tek tanrılı tek kurbanlı bir ibadet sistemini takip eder; ama seri katilliğin kendisini var ettiği ABD ve G8 ülkelerinde ise toplumun katmanlarına yayılmış olan Weberyan tekelleşme, (tek din, tek devlet, tek şiddet aygıtı, tek hukuk vb…) empatik bozukluğun kabahatlerine, keyfiyetine müsaade etmez ve, nöro-patalojik bozukluğun metodikleşip sofistike hale gelerek, kendi korsan dinini ilan etmekten başka bir yolu kalmaz.
Antik toplumlarda özellikle Roma’da, her erkeğin kendi ailevi dinini kurma hakkı vardır, padre (baba), patre (toprak), patrio (vatan), pattern (toplumsal yapı) gibi kelimeler aile reisinin kutsal dini etrafında yapılandırılan kelimelerdir ve bunun işaretidir. Endüstriyel modern toplumlar, Weber’in bahsettiği anlamda değer yargılarını tekelleştirirken ve Marks’ın bahsettiği anlamda sermaye merkezileşirken, inanç sistemlerini de en azından Protestan Avrupa ve Püriten ABD’de merkezileştirmişlerdir. Dolayısıyla, ABD ve G8 ülkelerinde en azından kültürel olarak, bir aile babasının elinden tanrıyı oynama yetkisi alınmış ve bu yetki kamu hukukuna ve piyasaya devredilmiştir.
…
Türkiye’de neden seri katil yok sorusuna, en başta da söylediğim üzere, Av Mevsimi filminin yayınlandığı seneden beri dönüyorum. Ama bu soruya dönüşümün, seri katillerinki kadar olmasa da bir döngüselliği var; Türkiye’deki her kadın cinayeti, taciz/tecavüz vakası, hayvanlara eziyet, ensest ve pedofilik tecavüz gibi vakalar bende tekâmül edememiş, KOBİ bir seri katillik vakası hissi uyandırıyor.
Hipotezimi biraz daha açarsam, Türkiye ve muadili az gelişmiş ülkeler, çok dinli ve çok tanrılı toplumlardır: Her erkek, tıpkı Romalılar gibi, evinde tanrıyı oynayabilir, her tarikat şeyhi kendi cemiyetinin peygamberi olabilir, her mafya babası Firavun gibi öleceğe ve yaşayacağa karar verebilir. Buralarda, siyasetin, doğru ve yanlış hakkında, elbette belirli bir zümrenin çıkarları doğrultusunda şekillenmiş, ahlaki normları hukuki alana taşıma yetkisi vardır; örneğin bir bakan kanunlarla, imar planlarıyla, ticaretin kurallarıyla keyfi bir şekilde oynayıp, birkaç insanı abad ederken birkaç milyon kişiyi zelil edebilir… Üstelik tüm bunlar, dini, milli günler kisvesi altında ritüelistik hale getirebilirler.
Daha spesifik bir şekilde söylemek gerekirse, 6 yaşında bir kız çocuğunun bizzat babası tarafından onu isteyen üç erkekten birisine evlenmek üzere teslim edildiği bir zümreden; kardeşi ya da babası tarafından tecavüze uğrayan bir kadının karşısına konuyu sus-pusa getirmek için önce annenin dikildiği bir toplumsal yapıdan; Palu ailesi gibi şaibelerle dolu bir ailenin kolluk ve hukuk tarafından yıllarca görmezden gelindiği adli yapıdan elbette seri katiller yetişmez. Seri katillerin, büyük bir çabayla, kafa patlatarak, kendilerini başka başka kimlikler altında gizleyerek inşa ettikleri şöhretlerini bizim gibi ülkelerde inşa etmek için, belirli bir kılığa girip bir köşede beklemek yeterli. J.Dahmer, T. Bundy, C.Manson gibi şöhretli katiller de böyle imkanları olan bir toplumda doğmuş olsalardı, onları da seri katil olarak tanımayacak, muhtemelen, gazeteci, tarikat şeyhi, siyasetçi, mafya babası, taşrada bir köyün dengesiz sakinleri, bir partinin ateşli taraftarları olarak herhalde bağrımıza basacaktık.
[1] Yok derken, yerleşik bir sınıfsal kültürün oluşması anlamında yok. Öte yandan, Türkiye’de burjuvaların ve bilim insanlarının sayıları da belki bir elin parmaklarını geçer ama iki elin parmaklarını geçer mi pek emin değilim.