Korona krizi ile Türkiye’deki yeni rejimin iktisadi ve siyasi özellikleri daha da belirginleşiyor. Ancak siyasi ve iktisadi yorumcuların çoğunluğu, iktidarın aldığı günlük ekonomik ya da siyasi kararların tartışmasına çok fazla enerji harcadığından, yeni rejimin temel özelliklerinin yeterince kapsamlı bir şekilde tartışılmadığını düşünüyorum. Bu nedenle, önümüzdeki dönemde fırsat buldukça bu konu üzerinde yazmaya çalışacağım. İlk yazı epeyce köşeli oldu. Nüanslara ihtiyacı olduğunun farkındayım ancak başlarken doğrudan konuya girmenin iletişimi kolaylaştırabileceğini düşündüm.
2007
2007-8 dönemeci, yakın dönemin hem siyasi hem ekonomik tarihi açısından kritik bir dönüm noktası idi. 2007’de Cumhurbaşkanı seçimi ile kapısı aralanan devlet krizi, bizi bugünkü yönetim sistemine kadar getirdi. 2007’deki iktisadi gündem ise IMF anlaşmasının yenilenip yenilenmeyeceği idi. Araya küresel krizin etkileri girdi ve 2008 ve 2009’da yaşanan daralma ardından 2010’da ABD’de başlayan parasal genişleme adımları ile Türkiye’ye muazzam miktarlarda sermaye girişleri yaşanması ardından IMF tartışmaları bir süreliğine gündemden çıktı. Bu, aynı zamanda Erdoğan yönetiminin, küresel finansal çevrimler üzerinde sörf yapmayı öğrenmeye başladığı dönemdi. Dönemin ekonomi bakanı Ali Babacan’ın 2011’de yaptığı ‘otomatik pilottan çıkıyoruz’ açıklaması bu sürecin ruhunu yansıtır.
2013
2013 sonrası, küresel finansal çevrim daralma aşamasına geçtiğinden, 2008’de dondurulan IMF tartışması yeniden gündeme geldi. Esasında Türkiye’deki IMF tartışması, birikim modeli tartışmasıdır. 2013, tıpkı 2007 gibi devlet krizi ile ekonomik zorlukların üst üste geldiği bir dönüm noktasıdır. Bu tarihten sonra üç kere yaşanan ekonomik darboğazlar (2014, 2016 ve 2018) aynı zamanda siyasi krizlere de tekabül etmektedir. Kısacası korona gündemi başladığında Türkiye, 2013 yılından beri ekonomik kriz ile devlet krizinin iç içe geçtiği bir yapısal kriz konjonktüründeydi.
1930
Korona virüsünün dünya genelindeki ekonomik ve siyasi etkileri yaygın bir şekilde tartışılıyor. Yapılan tartışmalarda, özellikle bu halk sağlığı krizi ile mücadele yöntemlerinin 1929 krizine benzer büyüklükte bir ekonomik sonuç doğuracağı, sıklıkla vurgulanıyor. Madem günümüzdeki ekonomik kriz 1929 krizini anımsatıyor, 1929 krizi sonrası 1930’lu yıllarda Türkiye gibi çevre ekonomilerde ne yaşandığını hatırlamak, devletlerin krizi yönetme şekillerini anlamak için de yararlı olabilir.
1930’larda çevre ülkelerde gündem devletçiliktir. Bunun temel dinamiği ise 1929 krizi nedeniyle ithalatın kesilmiş olmasıdır. Dışarıdan ithal edilenlerin içeride üretilmesi, bir politika tercihinden ziyade bir iktisadi zorunluluk halini almıştır. Bu konunun pek çok nüansı var, bu kısa değinide detaylara girme niyetinde değilim. Altını çizmek istediğim, 1930’lardaki büyük depresyon gibi belirli tarihsel konjonktürlerde, ekonomi politikaları iktidarların niyetlerinden bağımsız olarak şekillenebildiğidir.
2020
1930’lar hatırlatması sonrası ile açtığım parantezi kapatarak 2013 sonrası yapısal kriz konjonktürüne geri dönüyorum. Korona krizinin temel iktisadi ve siyasi etkisinin, kriz öncesinde zaten var olan eğilimlerin daha da görünür hale gelmesi olduğunu düşünüyorum. O zaman öncelikle 2020’de Türkiye politik ekonomisindeki temel eğilimler nelerdi, önce bunu tespit etmemiz gerekiyor.
2011 sonrasında ‘otomatik pilottan çıkan’ ekonomi yönetiminin sürekli bocalamasının temel nedeni yapısal krizin sürmesi. Bu ortamda iktidarın önündeki yol 2015’te çoktan çatallanmıştı. Bir yanda 2001 krizi sonrasında oluşturulan sermaye girişlerine dayalı IMF modeline dönüş, diğer yanda iktidarın el yordamı ile girdiği ‘utangaç kalkınmacılık’. Neoliberal teknokrasinin ve ana akım iktisadın 2008 krizi sonrasında moral üstünlüğünü yitirmesi ya da ABD’nin göreli gerilemesi eşliğinde gerçekleşen hegemonik kriz sonucunda oluşan yeni ‘küresel ara rejim’ ve küresel finansal dalgaların değişen yönlerine göre uyarlanan ekonomi politikası, Erdoğan yönetimi için 2013 sonrasında yaşanan ekonomik darboğazlardan IMF sapağına dönmeden ilerleme olanağı açtı.
OTORİTER POST-NEOLİBERALİZM
Günümüzde karşımızda giderek belirginleşen post-neoliberal modelin temel özellikleri şunlar:
1. Kısmi sermaye kontrolleri: 2018 krizi sonrası uygulamaya girdi, 2019’da genişletildi ve günümüzde sürüyor. Ekonomik krizin gelişimine göre kapsamı genişleyebilir.
2. Yeni ithal ikamecilik: 2013 sonrasında sektörel ölçekte kısmi olarak gördüğümüz bu eğilim günümüzde güçlenerek sürüyor. Yakın dönemde döviz kıtlığından kaynaklanan sorunları aşmak üzere girişilen yeni ithal ikameci ekonomi politikası, 2019’da İVME paketi ile şekillendi. Korona krizi sonrasında da devam ediyor. En son 400 sanayi ürününü kapsayacak şekilde genişletildi.
3. Otoriter emek rejimi: Emeğin disipline edilmesi 24 Ocak 1980 programı ile başlayan neoliberal ekonomi politikalarının ve 24 Ocak programının uygulanmasını mümkün kılan 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile oluşturulan yeni devlet biçiminin temel amaçlarından biridir. Ancak otoriter emek rejiminin piyasa ilişkileri aracılığıyla kurulduğu dönem 2001 sonrası olmuştur. Bu anlamda, 2001-2008 arasında ‘iyi AKP’ olarak adlandırılan dönem, aynı zamanda otoriter bir emek rejiminin kurulması dönemidir. Bu bakımdan ‘iyi AKP’ ile ‘kötü AKP’ arasındaki Erdoğan’ın liderliği kadar önemli olan diğer süreklilik, emeğin konumudur. Türkiye’deki geniş emekçi kesimlerin korona virüsü salgınına karşı alınan önlemlerden muaf tutulması, otoriter emek rejiminin sonuçlarından biridir.
4. Otoriter konsolidasyon: 2018’de kurulan yeni sistem, ilk aylarında karşılaştığı ekonomik kriz sürecinde IMF programını uygulamayarak, ayakta kalabilme yolunda ilk önemli sınavını vermiş oldu. 2019’da küresel finansal koşulların elverişli olması, Erdoğan yönetiminin bu sınavdan geçmesinde en önemli destek idi. Her ne kadar iktidar bloku içindeki gerilimler zaman zaman su yüzüne çıksa da siyasi düzlemdeki temel gündem, yeni rejimin pekiştirilmesi yani otoriter konsolidasyondur. Bunun için 2023’e kadar zaman var ve eğer iktidar bloku içinde bir çatlak oluşmazsa, bu sürenin kullanılması olasılığı çok yüksek.
Şimdilerde muhalefete yer alan ana-akım ekonomik ya da siyasi yorumcular ‘erken seçim mi geliyor’ tartışması ile oyalanadursun, temel özelliklerini özetle sıraladığım yeni bir model giderek daha fazla şekilleniyor. Muhalefetin geniş bir kısmı ise, ekonomik sorunların nasıl olsa iktidarı yıpratacağı düşüncesi ile ‘ölü taklidi’ yaparak zaman dolduruyor. Erdoğan yönetiminin girdiği bu yol kısmen de olsa şekillenebilirse, muhalefetin ‘sola açılmadan’ önerebileceği ekonomik alternatifler neler olabilir merak ediyorum doğrusu.